Hazır | Konular | Kitaplar

Ateizm (Dinsizlik) Nedir?

ATEİZM NEDİR?


Halk dilinde kısaca Dine ve Allah'a inanmayan kişidir...

Ateizmin Tanımı

Ateizm terimi öncelikle felsefî bir kavram olup Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren dünya görüşünün ismidir.

Tarihte çok yaygın olmasa da eski dönemlerden itibaren günümüze kadar var olan ve bazı filozoflarca da dile getirilen önemli bir problemdir.


Yüzyılımızın ilk yarısında da tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşan ve kendine taraftar bulan bir düşünce akımıdır.

Günümüzde ise eski gücünden uzaklaşan ve fikrî dayanaklarını da tek tek yitiren ideolojik bir tavırdır.

Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı'ya inanmak" anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe'de "tanrıtanımazlık" anlamına gelmektedir.(1) Bu eserde konu işlenirken tanrıtanımazlık ya da inançsızlık terimleri kullanılmakla birlikte dilimizde yaygınlık kazandığı için ateizm kelimesinin aynen kullanılması tercih edilmiştir.

Ateizm kavramı felsefî bir bakış açısını ifade etmenin yanında günlük dilde de belli bir yaşam tarzını ve davranış biçimini dile getirmektedir. Nitekim günlük dilde de benzeri bir düşünüşü dile getiren ya da ima eden kelimeler bulunmaktadır. Meselâ kültürümüzdeki "inançsız" veya "inkârcı" gibi kelimeler de bu terimin karşılığında kullanılmaktadır. Ayrıca bu kelime dinî literatürümüzdeki "kâfir, müşrik, zındık" ve özellikle "mülhid" gibi sözcüklerle de ifade edilebilmektedir.(2)Bu da problemin pratik boyutunun olduğunu ve sıradan insanların dahi böyle bir düşünüş ve inanış biçimine karşı yabancı olmadıklarını ortaya koymaktadır.

Felsefî bir problem olarak ateizmin tanımlanması bu terimin anlaşılması kadar kolay değildir. Bunun çeşitli gerekçeleri bulunmaktadır. Bunların arasında da ortada pek çok Tanrı kavramının, din anlayışının ve Tanrı inancıyla ilgili felsefî yaklaşımın bulunmasıdır. Buna karşın birbirinden farklı olan ateistik akımlar da mevcuttur. Dolayısıyla ortada net bir ateizm tanımından veya teizm biçiminden söz etmek mümkün olmayacaktır.

Ateizmin bir kavram olarak tanımlanması ve anlaşılması öncelikle ilâhî dinlerin Tanrı inancının ne olduğunun bilinmesiyle mümkün olacaktır. Çünkü ilâhî olmayan herhangi bir inancı (putperestliği, totemizmi, paganizmi vb.) ya da dinî (Budizmi, Şintoizmi, Afrika’daki kabile inançlarını vb.) reddetmek mutlaka ateizm anlamına gelmeyecektir. Yine ateizmin tanımlanması için ilâhî dinlerde Tanrı inancıyla ilgili olarak peygamberlik ve âhiret inanışlarının da göz önünde bulundurulması gerekecektir. Bunun sebebi de ateizmin gerek kavram ve gerekse bir düşünce olarak söz konusu inançlara olan bağımlılığıdır. Çünkü böyle bir inanç olmasaydı zaten ateizm de olmayacaktı.

Bilindiği gibi dünya üzerinde birden fazla Tanrı anlayışı bulunmaktadır. Hatta ilâhî dinlerin yanında, aynı mezhebin veya ekolün dahi kendi içerisinde farklı yorumlara sahip olduğu görülmektedir. Bu noktadan bakıldığında her türlü Tanrı inancının veya dinin tam olarak ilâhî dinleri yansıtmadığı (bir anlamda teizm olmadığı) anlaşılmaktadır. Bu durumda dünya üzerinde tek tip bir dinî inançtan bahsetmek mümkün değildir.

Aynı şekilde ateizmi de geniş anlamda inançsızlık olarak ele alırsak yine dünyada tek çeşit bir inançsızlığın olmadığını görürüz. En azından şekil, yöntem, gerekçe ve amaç itibariyle bazı inançsızlıkların birbirinden farklı olduğunu tesbit edeceğiz. Dolayısıyla inançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Meselâ insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen öteki dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar. Bu duruma en bâriz bir şekilde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet arasında karşılaşılmaktadır.

Hıristiyanlar İslâmiyet'i (İslâm'ın ortaya koyduğu Allah kavramını) ve Hz. Muhammed'i reddederken, müslümanlar da hıristiyanların teslîs, enkarnasyon ve aslî suç gibi inanışlarını reddetmekte ve Hz. İsa'nın sadece bir peygamber ve bir insan olduğunu belirtmektedirler. Buna karşın yahudiler Tanrı'nın İsrâiloğul-ları'nı mümtaz kıldığını ve dolayısıyla kendi Tanrıları olduğunu söylerken, müslümanlar Tanrı'nın bütün insanları eşit yarattığını, rengi, dili ve kültürü ne olursa olsun herkesi kucakladığını yani O'nun evrensel olduğunu ifade etmişlerdir. Görüldüğü gibi kaynak itibariyle aynı Tanrı'ya inandıkları halde dahi söz konusu dinlerin mensupları kendi aralarında ayrılmakta ve birbirlerinin Tanrı yorumunu kabul etmemektedirler.

Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı'ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir.

Dünyanın bazı bölgelerinde ateizmin ideolojik hale getirilmesi de tanım konusunda ayrı bir sıkıntı doğurmuştur. Meselâ özünde materyalist ve sosyalist olan politik yapılanmalarda ateizm insanlara kabul edilmesi gereken bir yaşam biçimi olarak sunulmuştur. Burada da ateizmin ideolojilerden bağımsız olarak kendi başına anlaşılma zorluğu bulunmaktadır.

Ateizm temelde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi üç büyük ilâhî dinin Tanrı anlayışını kendine hedef olarak seçmektedir. Yorum farkları bir tarafa bırakılırsa, bu dinlere göre Tanrı, özünde ezelî ve ebedî olan, irade ve kişilik sahibi, aşkın bir varlıktır. Varlığı için hiçbir sebebe gereksinim duymayan bu varlık, maddî değildir ve görünen âlemin de ötesindedir. Nesneleri yoktan varkılmaya muktedir olan bu varlığın gücü de Tanrı olmak bakımından her şeyi yapmaya muktedirdir. Ayrıca yaratmış olduğu evreni ve içerisindeki varlıkları da şekillendirmekte, düzenlemekte ve işleyiş yasalarını belirlemektedir. Bir anlamda bu yasalar sayesinde onların varlıklarını devam ettirmelerine imkân tanımak-tadır.(3) Bu tanım çerçevesinde, Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhî dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, aşkın olan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanların hayrını dileyen ve onlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir. Diğer bir deyişle ateist hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve âhiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.

Dinler tarafından Tanrı'ya atfedilen nitelikler bazan çevreden çevreye değişebilmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyan düşünürlerin bir kısmı bu temel niteliklere sadık kalmakla birlikte, bazan kendi dışındakilerinin (müslümanlar) kabul edemeyeceği bir biçimde O'nu yorumlamaktadırlar. Meselâ yahudilerin Tanrı'yı sadece İsrâiloğulları'na ait millî bir Tanrı biçiminde görmelerine, hıristiyanların da Tanrı'yı bir yandan Baba (Father) olarak tasvir etmelerine diğer yandan onu oğul İsa biçiminde dünya'ya gelmiş olarak yorumlamalarına müslümanlar karşı çıkmışlardır.

Müslümanların söz konusu anlayışlara karşı çıkma gerekçeleri arasında her iki geleneğin özünden koptuğu, aslını değiştirdiği, akıl ve mantık dışına çıkıldığı gibi hususlar bulunmaktadır. Bir ateist her şeye rağmen bu dinlere ve Tanrı anlayışlarına açıkça karşı çıkmakta genelde de farklılıklarını düşünmeden her üçünü birden inkâr etmektedir.

Batı dünyasında ortaya çıkan felsefî ateizmin her ne kadar aşkın bir varlığa ya da yaratıcıya karşı tepki olarak ortaya çıktığı düşünülse de insanların inançsızlığa doğru sürüklenmesinde hıristiyanlığın kendine özgü yorumlarının ve kilise öğretilerinin de büyük rolü olmuştur. Nitekim İslâmiyet'in hıristiyanlıkla ilgili karşı çıktığı pek çok unsurun içerisinde bunlar bulunmaktadır. Ateistler açısından eleştiri konusu olan ve belki de dinden kopma sebebi olan bu inançların büyük bir kısmı müslümanlar tarafından da reddedilmiştir.(4)


2. Ateizmin Çeşitleri

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır. Ana hatlarıyla da olsa ateistlerin kendi görüşlerinden hareket ederek onları şöylece gruplandırabiliriz.


a. Mutlak Ateizm

Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı'yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir.(5) Bu anlayışı savunanların arasında Baron D'Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürlerbulunmaktadır.

Mutlak ateizm ile ilgili pek çok tartışma yapılmıştır. İnsanların doğuştan inançsız oldukları iddiası yalanlanmış ve bazıları inkâr etse dahi hemen hemen bütün insanların zihin ve gönlünde bir yaratıcı fikrinin bulunduğu belirtilmiştir. Ayrıca mutlu ve sağlıklı günlerinde Tanrı'yı inkâr eden ateistin sıkıntılı zamanlarında ona sığınması mutlak ateizmin imkânsızlığına dair bir örnek olarak ileri sürülmüştür. Bu tartışmalarla ilgili detaylı bilgi çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde verilecektir.


b. Teorik Ateizm

Ateizm birinci yaklaşımdan biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihnî bir çabayla Tanrı'nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır. Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür.

Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mûcize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.

Ateizmin "Tanrı'nın varlığının reddedilmesi" şeklinde tanımlanması daha ziyade dindarlar tarafından yapılmıştır. Çünkü onlar açısından ateizm dine karşı bir tepkidir.(6) Dindarlara göre Tanrı zaten vardır. O'nun varlığı şüphesiz bir şekilde kabul edilmiştir. Yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Durum böyle olunca varlığında kuşku bulunmayan Tanrı'yı ateistler bilinçli olarak reddetmişlerdir.

Tanrı'nın varlığına inanan ve ateizmi yukarıdaki şekilde tanımlayanlara göre ateist niçin inanmadığını açıklamak ve temellendirmek durumundadır. Aksi takdirde o doğmatik bir tavırla, gerekçesiz yere Tanrı'nın varlığını inkâr etmiş olacaktır. Kaldı ki ateizm lehine ileri sürülen gerekçelerin pek çoğu da inanan insanlara göre bir reaksiyonun ürünü olup içerisinde birtakım çelişkiler ve tutarsızlıkları barındırmak-tadır.

Her şeye rağmen ateistler de Tanrı'yı reddetmekle kalmamış elbetteki birtakım gerekçeler ileri sürmüştür. Bunların yanında da inanan insanların Tanrı'nın varlığı lehinde dile getirdiği kanıtları eleştirmeye çalışmışlardır. Böylece düşünce tarihinde çok ciddi ve renkli tartışmalar ortaya konmuştur. Bu gerekçelerin önemli bir kısımını da çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde ele almaya çalışacağız.

Ancak görünen o ki bu tartışmalarda ateistler sadece savunma ve karşı tarafın tezlerini yalanlama durumunda kalmıştır. Yani tartışmalarda kendilerine özgü güçlü tezler ileri sürememişlerdir. Teistlerin ellerinde ise inanmalarını gerektiren pek çok kanıt bulunmaktadır. Bunun yanında bir insanın çevresinde bulunan ve tecrübe ettiği günlük yaşantıya ait bilgiler de Tanrı inancına götürmektedir. Dolayısıyla eldeki kanıtlara bakıldığında ve ön yargısız olunduğunda Tanrı'nın varlığını reddetmenin iyice zorlaştığı hatta imkânsız hale geldiği görülmektedir.

Elbetteki Tanrı'nın varlığıyla ilgili söz konusu kanıtlara bazı eleştiriler getirmek mümkün olmuştur. Ancak kanıtların eleştirilmesi ya da onların zayıf noktalarına işaret edilmesiyle o kanıtların ana fikrinin çürütülebilmesi arasında büyük farklar bulunmaktadır.

c. Pratik Ateizm

Ateizm yukarıdaki tanımlardan biraz farklı olarak bazan da "sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Buna da pratik ateizm adı verilmiştir. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alâkalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.(7)

Pratik ateistler aktif ve pasif olmak üzere kendi aralarında ikiye ayrılmışlardır. Pasif olanlar Tanrı'nın varlığını reddetmekle birlikte, dinî inançlarla veya dindarlarla bir problemi bulunmayan, buna karşın kendi dünyalarında yaşayan ve içlerine kapanan kişilerdir.

Aktif olanlar ise gerek zihinlerinde ve gerekse günlük yaşantılarında Tanrı inancını reddeden bunun yanında çevresinde Tanrı'yı hatırlatan her türlü fikir, sembol ve davranışa karşı savaş açan kişilerdir. Bu tür ateistler dindarlarla da her zaman mücadele etmeyi ve insanları dinsizleştirmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazan militan ya da eylemci ateistler de denmektedir. Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.(8) Söz konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye çalışmakla kalmamış ayrıca pratik olarak inançsız bir toplumun hayalini de kurmuşlardır.

Pratik olarak bir insanın inançsız olması ya da dinsiz yaşamaya çalışması oldukça zordur. Ancak yüzyılımızda ateizm bir inanç problemi olmaktan çıkarılmış, yıkıcı ve ahlâk dışı ideolojilerin aleti haline getirilmiştir. Yani bir anlamda insanlar kendilerini ya da bir başkasını, içi boş birtakım ilkeler uğruna dinsiz yaşamaya ya da moral değerleri terketmeye zorlamıştır. Böylelikle pratik ateizmin yaşama geçirilmesine imkân ve zemin hazırlanmıştır. Dolayısıyla pratik ateizm bir zorlamanın ve bir ideolojinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Gerçi bu zorlamanın arkasında kilisenin ve insan sevgisinden uzak olan bazı din anlayışlarının insanlar üzerindeki akıl almaz dayatmaları bulunsa da sonuç itibariyle kendileri daha büyük bir yanlışa düşmüş ve insan doğasına aykırı gelen davranışlar sergilemişlerdir.

Bu tür bir ateizme kapılan insanların büyük çoğunluğu yalnız kaldıklarında ya da bir şekilde yıkıcı ideolojilerin etkisinden kurtulduklarında daha sakin ve mantıklı düşünmeye başlamışlardır. Vicdanlarından gelen sese kulak vererek bazı anlamsız saplantılara ve kaçışlara son vermişlerdir. Hayata farklı bir şekilde bakmaya başlamış, evreni, yaşamı, doğayı ve canlılar dünyasını bir başka gözle seyretmeye koyulmuşlardır.

d. İlgisizlerin Ateizmi

Bir kısım düşünürler Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan bu konulara uzak durmayı tercih etmiştir. Her iki hususun da eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu öne sürerek konuya ilgisiz kalmayı yeğlemişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece var olanla yetinmeli görünen âlemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır. Tanrı'nın varlığını iddia edenler de yokluğunu kanıtlamaya çalışanlar da yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü her ikisi de fizikî âlemin dışına ait tartışmalara girmiş ve boş şeyler konuşmuşlardır. Bu düşüncede olanlar kendilerini klasik anlamda ateist olarak adlandırmaktan da kaçınmışlardır. Ancak kendilerini ateist olarak görmemelerine rağmen bu kişilerin teist olduğunu söylemek de zordur. Dolayısıyla Tanrı'nın varlığına ilgisiz kalmaları bir anlamda onu reddetmek gibi olacaktır. Çünkü onu kabul edilecek ya da inanılacak bir varlık olarak görmemektedirler. Yüzyılımızın ilk yarısında özellikle Avrupa'da çok etkili olan mantıkçı pozitivizm ekolü bu tür bir anlayışın güçlenmesinde büyük rol oynamıştır.(9)

Ancak bu anlayışın sığlığı ve yetersizliği hemen göze çarpmaktadır. İnsanın doğasında düşünme ve akletme gücü vardır. Bu güçler de kendini sadece fizikî âlemle sınırlı görmemekte, daha da ileriye giderek varlığın öncesini, mevcut halini ve sonrasını düşünmektedir. Yine bu güçler sayesinde İnsan varlık âleminin sadece maddî olmadığına, yaşamın da o kadar basit ve anlamsız görünmediğine kanaat getirmektedir. İnsanların pek çoğu birtakım derin düşüncelere dalmakta ve kendi varlığıyla ilgili değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.

İmdi bütün bunları göz ardı etmek ve neredeyse insanları en hayatî konulara karşı ilgisiz kalmaya çağırmak gülünç olacaktır. Zaten bunun gerek teoride ve gerekse pratikte imkânsız olacağı da muhakkaktır. Bir kısım insanların günlük yaşamın uğraşılarına dalarak ömrünü tüketmesi ve bazı değerlere karşı uzak kalarak dinî inançlara karşı ilgisizleşmesi, kayıtsız bir şekilde yaşaması, onların şanssızlığı olacaktır. Ancak bu durum başkalarını da aynı şekilde hareket etmeye sevkedemeyeceği gibi kimseyi de varlık üzerinde düşünmekten alıkoyamayacaktır.



e. İdeolojik (Materyalist) Ateizm

Özünde felsefî bir problem olan ateizm bazan da ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin'in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği'nde ve hâlâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi ateizm" adıyla takdim edilmiştir.

Materyalizmin mutlak doğru olarak kabul edildiği komünizmle yönetilen ülkelerde ateizmin bilimsel (materyalist) temellere dayandığı söylenmiş, dinin de toplumsal (içtimaî) bir hadise olarak görüldüğü ifade edilmiştir. Bu yönüyle de ilmî ateizm kendini Batı'daki (felsefî) ateizmden ayrı görmüş, onları (yani Marxist ve materyalist olmayanları) burjuva ateizmi diye nitelemiş, kavramlarını ve üslûbunu eleştirmiştir. Bu çerçevede toplumdaki bütün dinî inançlar, kurumlar, ibadetler, törenler, alışkanlıklar, âdet ve gelenekler şiddetle reddedilmiş ve yasaklanmıştır.(10)

Tahmin edilebileceği gibi ilmî ateizm, dini içeriden değilde dışarıdan yıkmaya çalışmış ve bunu yaparken de onu birtakım kalıplara sokarak indirgemeci yaklaşımlarla izaha kalkmış ve ideolojik bir tavır içerisinde karalamıştır. Dolayısıyla bilim ve felsefe adına ideolojik ve politik amaçlar hedeflenmiştir. Ancak sonuç itibariyle ilmî ateizm de her türlü ideolojik desteğe rağmen insanın sorgulamasından kurtulamamış ve ciddi biçimde tenkide uğramıştır. Nitekim bu eleştiriyi yapanlar da bu tür bir ateizmi yıllarca yaşayan ve kendilerine propaganda edilenler olmuştur. Çalışmanın sonlarına doğru ilmî ateizmle ilgili geniş bilgi verilerek olumsuzlukları sergilenmeye çalışılacaktır.

Buraya kadar ana hatlarıyla özetlediğimiz gibi ateizm çeşitli biçimlerde anlaşılmış ve tanımlanmıştır. Kısaca inançsızlık ya da tanrıtanımazlık olarak ifade edilen ateizm, bazan zihinde Tanrı fikrinin bulunmaması (mutlak ateizm), bazan Tanrı'nın varlığının bilinçli bir biçimde reddedilmesi (teorik ateizm), bazan Tanrı yokmuş gibi yaşam sürülmesi (pratik ateizm), bazan Tanrı'nın varlığı tartışmalarına ilgisiz kalınması (ilgisizlerin ateizmi), bazan da ideolojik (materyalist) bir kabul biçiminde (ilmî ateizm) ortaya çıkmıştır.

Bu tanımların her birine inananlar tarafından çok ciddi eleştiriler getirilmiştir. Özellikle felsefî boyutta ateistlerin düşünceleri sorgulanmış ve fikirleri çürütülmüştür. Söz gelişi bir insanın tamamen inançsız olamayacağı ileri sürülmüş, Tanrı'nın varlığını reddetmenin o kadar kolay olmadığı belirtilmiştir. Dini reddeden kişilere ortaya ne koydukları ve bir insanın nereye kadar Tanrı'ya ilgisiz kalabileceği sorusu yöneltilmiştir. Bir insanın kendini ateist olarak görmesi mümkün olabilecektir. Ancak aynı derecede o kişinin ateizmini temellendirmesi ve herkesin kabul edebileceği ikna edici açıklamalar getirmesi kolay olmayacaktır.

Elbetteki bütün bu tartışmalar Tanrı'nın varlığına inansın ya da inanmasın onu bir inanç problemi olarak gören kişiler için anlamlı olmuştur. Aksi takdirde, daha önce ifade edildiği gibi, ateizmi kendine bir ideoloji ya da inkârcı bir akım olarak seçen kişiler için bu tartışmaların hiçbir önemi bulunmayacaktır. Çünkü böyle bir kişi kendi kanaati dışındaki her şeyi daha işin başında reddedecek ve karşı tarafla fikir alışverişini düşünmeyecektir. Ancak dünya kurulduğu günden beri din karşıtı pek çok ideolojinin gelip geçtiği görülürken dinin (tevhid inancı) var olduğu ve sonsuza kadar da böyle gideceği muhakkaktır.

3. Ateizm Teriminin Yanlış Kullanımı

Ateizm terimi çeşitli nedenlerden dolayı farklı kavramlarla karıştırılmış ya da yanlış kullanılmıştır. Bunun en büyük nedeni de ekollerin veya kişilerin kendilerini net bir biçimde ortaya koymamaları ya da bazı kişilerin bunlar hakkındaki bilgisizliğidir. Ateizmin bir ekol olarak kendisiyle sık sık karıştırıldığı anlayışlar arasında deizm, panteizm veya agnostisizm gibi felsefî akımlar olduğu gibi bazı dinî anlayışlar da bulunmaktadır.

Bir insanın ateist olup olmadığı öylesine karar verilecek bir durum değildir. Önce ateizmin ne olduğunun bilinmesi gereklidir. Daha sonra bir insanın kendini ateist olarak görüp görmediği araştırılmalıdır. Ayrıca o kişinin ya da benimsediği fikrin ateizmle olan ilişkisi de iyice irdelenmelidir. Bütün bunlardan sonra terimin kullanımıyla ilgili sağlıklı bir sonuca varmak mümkün olacaktır.

Ateizm teriminin yanlış kullanılmasındaki en büyük etmen zaman içerisinde bu terimin bir başkasını itham biçiminde kullanılmış olmasıdır. Bazı kişilerin ateist olmadığı halde çeşitli gerekçelerle inançsız olarak suçlanmaları söz konusu olmuştur. Böyle bir probleme özellikle Ortaçağ Avrupası'nda sıkça rastlanmıştır. O dönemde pek çok kişi kilise tarafından dışlanmış ve inkârcılıkla suçlanarak cezalandırılmıştır. Bunlar arasında da pek çok bilim adamı yer almaktadır. Ancak bu durum her din için de söz konusu olmamıştır. Buna karşın bazı kişiler de inanç kavramının sınırlarını geniş tutarak, dışarıda kimseyi bırakmamış, ateist olduğunu iddia eden kişileri dahi inançlı görmeye ve göstermeye çalışmıştır.

Ateist ithamının bazı teorik ve pratik gerekçeleri bulunabilmektedir. Bunların arasında Tanrı hakkında farklı yorumlara sahip olmak, geleneksel anlayıştan kopmak, mevcut yerel inançlara aykırı şeyleri dile getirmek, ya da toplumun mevcut değer ve ilkelerine ters düşmek gibi etmenler bulunabilmektedir. Bu konuda tarihte Sokrat ve eski Mısır krallarından Akhenatan gibi iki önemli örnek bulunmaktadır. Bu kişiler, içerisinde yaşadıkları toplumun dünyevî Tanrılarını (paganlar), mevcut dinî sembollerini ve ilgili figürlerini benimsemediği için ateist olmakla itham edilmiş ve yargılanarak öldürülmüşlerdir.(11)

İlk hıristiyanlar ve yine ilk müslümanlar da mevcut toplumun kutsal varlıklarını (put) reddetmelerinden dolayı ateist olarak suçlanmışlardır. Bu kişiler atalarının dininden ayrılmakla ve inançsız olmakla itham edilmişler ve şiddetli bir şekilde toplumun sahip olduğu eski alışkanlıkları kabullenmeye zorlanmışlardır. Bu suçlamalardan sonra onlar da kendilerini bağlı bulundukları toplumun tapınaklarından, kabile törenlerinden ve put diye adlandırdıkları heykellerden uzak tutmuş, bir süre sosyal hayattan çekilmek zorunda kalmışlardır.(12) Bu suçlamalara karşın onlar putları inkâr etmekle birlikte her şeyin ötesinde olan yaratıcı, gerçek Tanrı'ya inandıklarını belirtmişlerdir.

İlk müslümanlar da Kâbe'de bulunan putların kutsallığını reddetmiş, onları tapılmaya lâyık varlıklar olarak görmemişlerdir. Ayrıca toplumda yaygın olan sihir, büyü ve falcılık gibi bâtıl inançları da kabul etmemişlerdir. Bu durum karşısında kendi yaptıkları putlara tapan ve onlara kurban kesen Mekkeli müşrikler, müslüman olan kişileri gelenekten ayrılmakla suçlamış ve rahat bırakmamışlardır. Putperestler uzun bir süre tek Tanrı inancını benimsemekte zorlanmış, Tanrı'ya ortak koşma (Tanrı'dan başka kutsal varlıkların bulunduğunu kabullenme) alışkanlıklarından vazgeçmemişler-dir.

Görüldüğü gibi bir kişinin ateist olarak itham edilmesi çevreden çevreye değişmiş, bazan inananlar bazan da inanmayanlar bu ithamla karşılaşmış ve sıkıntı çekmişlerdir. Yüzyılımızda özellikle inançsızlığın ideoloji olarak yaygınlaştığı ve hâkim olduğu yerlerde yukarıdaki durumun tam tersi söz konusu olmuştur. Geçmişte olanların tersine inançlı olmak sorun olmuş ve pek çok insan Tanrı'ya inandığı ya da öyle gösterildiği için zor durumda kalmıştır.

XIX. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan bir dönemde ateizm bazı ideolojiler tarafından fikrî bir problem olmaktan çıkarılıp politik bir mesele haline getirilmiştir. Bu durumda gerçekten ateist olmadığı halde bazı insanlar sadece mensup oldukları ideolojiye bakılarak ateist olarak tanımlanmış ya da propaganda amacıyla bilinçli bir biçimde öyle gösterilmeye çalışılmıştır. Özellikle Marxizm'in hâkim olduğu yerlerde binlerce insan bu durumla karşı karşıya kalmıştır.

Kapitalizme karşı mücadele eden sosyalistler ateizmi ve dinsizliği, mücadelelerinin bir parçası olarak görmüşler, devrim gerçekleştirdikleri yerlerde de kitleleri dinsizliğe yöneltmişlerdir. Dolayısıyla bu hareketlerin içerisinde yer alan, ancak herhangi bir dine inanan (yahudi, hıristiyan veya müslüman) binlerce insan yapay istatistiklerle ateist olarak gösterilmiştir. Bu kişilere gerçekte ne oldukları, ne düşündükleri ve neye inandıkları sorulmamıştır. Yine bunların yalnız başlarına kaldıklarında, ideolojilerden bağımsız bir şekilde verecekleri kararları de dikkate alınmamıştır.

Sonuçta, fikrî bir çabayla Tanrı inancını reddetmeyen kişilerin ateist oldukları iddiası ciddi bir tartışma konusudur. Çünkü Tanrı inancının kabulü veya reddi özgür bir ortamda yapılacak kişisel bir tercihle alâkalı şeydir.

Ateizm terimi bazan yanlış kullanılırken bazan da diğer ekollerle de karıştırılmıştır. Meselâ ateizmin sınırlarının geniş tutulması sonucu panteist düşünürlerin yanında, bazan agnostik (bilinemezci) ve deist (Tanrı'ya inanan ancak vahyi reddeden) düşünürler de inançsız olarak değerlendirilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerinden oldukça farklıdır. Yanlış anlamalara meydan vermemek için söz konusu ekollerle ilgili kısaca bilgi vermeyi ve ateizmle olan ilişkilerini açıklamayı yararlı görmekteyim:

Ateizmle bazan karıştırılan deizm, varlığı akılla bilinen bir Tanrı anlayışı olarak tanımlanmıştır. XVII. ve XVIII. yüzyıllardan itibaren de Avrupa'da "evrenin ötesinde var olan bir Tanrı'yı kabul etmek, ancak bunun yanında vahye ve peygamberliğe karşı çıkmak" olarak bilinmeye başlanmıştır. Bizim kültürümüzde de bu ve benzeri düşünceler bir şekilde savunulmuş ve taraftar bulmuştur.

Latince Tanrı anlamına gelen "deus" kökünden geldiği için, başlangıçta ateizmin karşıtı olarak kullanılan bu isim daha sonraları, Hıristiyanlığa bir tepki olarak kendini göstermiş, Tanrı inancını korumakla birlikte, kilisenin tutumuna duyulan şiddetli tepki yüzünden vahiy, peygamberlik ve mûcize gibi dinî değerlere karşı çıkmanın sembolü olmuştur.(13) Evrenin ötesinde bulunan, bununla birlikte yaşama ve dünyaya müdahale etmeyen Tanrı anlayışı ile deizm, geleneksel dine (kilise ve ruhbanlığa) ters düşmesine rağmen ateizm olarak değerlendirilmemiştir. Çünkü kendileri şöyle ya da böyle bir Tanrı inancına sahip olmuş ve ateizmi kabullenmemişlerdir.

Panteizm ise Tanrı-evren özdeşliğini ileri sürmüş Tanrı'nın evrenden ayrı olarak zâtî varlığını reddetmiştir.(14) Panteizme göre Tanrı evrenin aşkın nedeni değildir. Zaten Tanrı’yla evren arasında teizmde olduğu gibi yaratıcı ve evren ilişkisi de söz konusu değildir. Bu görüşleriyle panteistler gerek Batı'da ve gerekse Doğu'da olsun bazı kişiler tarafından ateizmle itham edilmişlerdir.

İslâm tasavvufunda da bazı mistik düşünürler için panteist terimi kullanılmıştır. Panteistleri ateist görme eğilimi bazan bu kişiler için de söz konusu olmuş ve bunların inançlarına kuşkuyla bakılmıştır. Ancak her şeye rağmen Tanrı inancını reddetmedikleri için panteistleri ateist olarak görmek doğru olmayacaktır.(15) Çünkü onlar Tanrı'nın varlığını inkâr etmemekte sadece mahiyetini farklı yorumlamaktadırlar.

Bazı düşünürler ise ne Tanrı inancını ne de inançsızlığı kabul etmişlerdir. Kendilerini inanmakla inanmamak arasında, orta bir yerde gören ve agnostik (bilinemezci) olarak tanımlayan bu düşünürler, Tanrı'nın varlığı hakkında da olumlu ya da olumsuz bir hüküm vermekten kaçınmışlardır.(16) Ancak bu kişilere yanlış da olsa genellikle ateist denmiştir.

Agnostiklere göre Tanrı'nın varlığı meselesi insan aklının ötesinde bir konudur. O halde böyle bir varlık hakkında konuşmak veya hüküm vermek de imkânsızdır. Dolayısıyla agnostikler Tanrı inancı karşısında tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir. Ancak onların bu tarafsızlığı bazan ateizm olarak da değerlendirilmiştir. Her ne kadar bazı agnostiklerin tavırları ve yaşamları onların ateist olduğu izlenimini vermekteyse de bir kısmı kendilerinin felsefî açıdan ateist olmadığını ifade etmiştir. Meselâ ateist olarak bilinen ünlü düşünürlerden Bertrand Russell (1872-1970) felsefî açıdan kendini agnostik olarak tanımlamıştır. Çünkü ona göre her şeye rağmen elimizde Tanrı'nın yokluğunu kanıtlayacak yeterli bir delil mevcut değildir.(17)

Görüldüğü gibi agnostisizmle ateizm birbirinden farklı ekollerdir. Dinî reddetmeleri her ikisinin de aynı çizgide olduğunu göstermez. Agnostikler Tanrı inancını reddetmenin yanında ateizmi de eşit derecede reddetmiştir. Her ne kadar din karşısındaki kararsız ve tarafsız tutumları nedeniyle gizli ateist olmakla suçlanmışlarsa da onlar bu suçlamalara karşı çıkmışlardır. Zaten kendileri de ateistlerden farklı olduklarını söylemişlerdir.(18)


4. Ateizmin Tarihçesi

Ateizmin tarihi Tanrı inancı kadar olmasa da çok gerilere kadar gitmektedir. Ancak tarihi çok eskilere giden bu ateizm biçimi bizim bugünkü anlamda anladığımız dinî inançların eleştirisi gibi değildir. Çünkü ateizm öncelikle Tanrı inancına karşı bir tür tepkidir. Dolayısıyla ateizmin Tanrı inancının bulunduğu ve bu inancın dile getirildiği yerde ortaya çıkma ihtimali daha yüksektir.

İster geniş anlamda "herhangi bir Tanrı anlayışına karşı inançsızlık" olarak düşünülsün, isterse felsefî anlamda "teizmin reddi" olarak alınsın, ateizmin tarihçesini düşünce tarihinde ana hatlarıyla İlkçağ (Antik dönem), Yeniçağ ve modern dönem olmak üzere üç safhada ele almak mümkündür. Bu tasnifin yanında kutsal kitaplardan ve peygamberlerin sözlerinden aldığımız bilgilere göre çok eski dönemlerden itibaren bir kısım insanların inançsız olduklarını ve dinle mücadele ettiklerini de öğrenmekteyiz. Bu insanlar Tanrı inancına şiddetle karşı çıkmış, çoğunluğu ahlâksızlıkta ileriye gitmiş, peygamberlerin uyarılarını da kabul etmemişlerdir.

Ateizmin geniş anlamda inançsızlık olarak görüldüğü İlkçağ'da Epikuroscular, şüpheciler ve Atinalı sofistler ilk göze çarpanlar olmuştur. Yine bu dönemde Epikuros (m.ö. 341-270), Lucretius (m.ö. 94-55 ) ve Democritus'un (m.ö. 460-370) fikirleriyle oluşan Yunan atomculuğu ya da klasik materyalizm de inançsızlıkta önemli bir rol oynamıştır. Bilindiği gibi materyalizm maddenin yaratılmadığını, düşünceden önce geldiğini ve hiçbir şeyin yoktan var olmadığını iddia etmiştir. Bunun yanında doğa üstü bir gücün (Tanrı) varlığını da reddetmiştir.(19) Materyalizm günümüze kadar çeşitli biçimlerde de olsa devam etmiş ve etkisini sürdürmüştür.

Bazı çevrelerce düşünce tarihinde ateizmin Tanrı inancından önce geldiği ve Antikçağ'daki bütün düşünürlerin de inançsız olduğu ileri sürülmüştür. Özellikle materyalist ateistlerin ileri sürmüş olduğu bu var sayımlar gerçeği yansıtmamaktadır. Materyalizmin tarihi elbetteki çok gerilere gitmektedir. Nitekim yukarıda isimleri anılan filozoflar bunlar arasında en meşhur olanlarıdır. Ancak tarihteki her filozof materyalist olmadığı gibi materyalist olanların sayısı da bütün filozoflar göz önünde bulundurulduğunda çok sınırlı kalmaktadır. Kaldı ki geçmişte veya günümüzde ateist olduğu halde kendini materyalist görmeyen pek çok kişi bulunmaktadır.

Materyalizmi Antik dönemin ateizmi olarak kabul edebiliriz. Ancak ifade edildiği gibi Antik dönemde materyalist olmayan ve dolayısıyla kendilerine ateist denilemeyecek düşünürler de bulunmaktadır. Kaldı ki tabiatla ilgili çalışma-larda bulunan herkesi ateist görmek de mümkün değildir. Sokrat (m.ö.470-399) öncesi dönemde yetişen ve günümüze kıyasla bazı çevrelerce gerçek filozof olarak nitelenen Xenophanes, Heraklitos, Empedokles ve Anaxagoras gibi düşünürlerin fikirlerindeTanrı kavramıyla paralellik arzeden pek çok nokta bulunmaktadır.(20) Bu filozofların düşüncelerine baktığımızda maddî dünyanın ötesinde var kabul ettikleri ve kendisiyle bütün varlığı açıkladıkları soyut bir kavrama da rastlamaktayız. Dolayısıyla tabiatla ilgili çalışmalarda bulundukları için Antik dönemi bütünüyle ateist görmek ve bu yanlış tesbiti de ideolojik amaçlar uğruna çeşitli şekillerde tekrarlamak yanlış olacaktır.

Ortaçağ'da monoteizmin (tek tanrıcılık) ağırlığını hissettirmesinden dolayı açıkça bir inançsızlık görülmemiştir. Her ne kadar bu dönemde hıristiyan dünyasında kiliseye ve kilise öğretilerine karşı içten içe bir tepki ve nefret oluşmuşsa da bunlar gizlilikten kurtulamamış ve baskılardan dolayı açığa çıkamamıştır. Vanini (1585-1619) ve Bruno (1548-1600) gibi kiliseye aykırı konuşan kişiler de bu dönemde yargılanmışlardır. Zaten Aydınlanma dönemiyle birlikte ortaya çıkan ve modern dönemde iyice belirginleşen din düşmanlığının temelinde de Ortaçağ'da kilisenin Tanrı adına yapmış olduğu insanlık dışı uygulamaların büyük rolü olmuştur.

İslâm dünyasında da ateizm bugünkü anladığımız anlamda pek yaygın ve etkili olamamıştır. Bununla birlikte ateizm denilince İslam tarihinde akla iki isim gelmektedir: Yahya b. İshak er-Râvendî (H. 205-245) ve Ebû Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Râzî (865-932). Bu düşünürler vahiy, peygamberlik ve mucize gibi dinî inançları eleştirmiş ve geleneğe aykırı şeyler söylemişlerdir. Ravendi hakkında elde kesin bilgiler olmamakla birlikte ona nisbet edilen fikirlere bakıldığında tabiatçı ve maddeci olduğu, ilâhî hikmeti reddettiği ve Kur'an'a inanmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu ve benzeri görüşlerin Ravendi'den ziyade hocası olan Ebû İsa el-Varrak'a ait olduğu, onun ateist olmadığı buna karşın deizmi benimsediği ifade edilmiştir.(21)

Ateist olarak meşhur olan Râzi İslâm dünyasında "Tabiat Felsefesinin" kurucusu sayılmaktadır. Ancak O'nun ateist (mülhid) olarak bilinmesine rağmen felsefî sisteminde Tanrı'ya yer verdiği ve onu beş ezelî ilkeden biri olarak gördüğü-diğer ilkeler Ruh, Madde, Mekân, ve Zaman-bilinmektedir.

Ravendi gibi Razi'nin de kesin olarak ateist olup olmadığıyla ilgili elde kesin bilgiler bulunmamaktadır. Ancak dinî kurumlarla özellikle peygamberlik kavramıyla mücadele ettikleri açıktır. İslâm dünyasında bu düşünürlerin yanı sıra zaman zaman ateistlerle aynı çizgiye konan, dehrî ve zındık diye adlandırılan kişiler de olmuştur.(22)

Ortaçağ'da felsefî anlamda ateizmin yaygın olmayışının iki temel gerekçesi bulunmaktadır. Bunların birincisi yukarıda da kısaca ifade edildiği gibi kilisenin baskısıdır. İkincisi ve en önemli nedeni ise ateizmin ortaya çıkabileceği fikrî bir boşluğun bulunmamış olmasıdır. Ortaçağ'da dinî düşünce zirvede olmuş ve çok çeşitli düşünürlerce de dile getirilip mantıklı bir biçimde temellendirilmiştir. Dolayısıyla o dönemde sadece baskılardan dolayı değil, güçlü düşünce ekollerinin bulunmasından dolayı da ateistlerin fikrî düzeyde azınlıkta kaldıkları görülmüştür.

Bazı kişiler hiçbir şekilde materyalist bir düşünceye sahip olmayan İbn Sînâ (980-1037), Fârâbî (870-950), Harizmî (ö. 847), Bîrûnî, İbn Rüşd (1126-1198) gibi filozofların fikirlerini, bunların tıp, coğrafya, kimya gibi pozitif bilimlerle ilgili çalışmalarını kasıtlı olarak dinin aleyhindeymiş gibi göstermeye çalışmışlardır. Halbuki bu ve benzeri düşünürler bırakınız dine düşman olmayı, aksine onun felsefî temellerini ortaya koymaya çalışan kişiler olmuşlardır. Bir anlamda bunlar İslâm kültürünü yaymak ve güzel bir medeniyet kurmuş olmak için olanca güçleriyle çalışmışlardır. Söz konusu filozoflar için felsefenin genel amacı iddiaların aksine dinsizlik değil, Tanrı'nın bilgisine ulaşmak ve O'nun varlığını ispatlamaktır. Onları diğer âlimlerden (teologlar, hukukçular, mistikler v.s.) ayıran fikirlerinin bulunması, dinden uzaklaşmalarının kanıtı değil bilakis İslâm kültüründeki çok sesliliğin, fikrî müsamahanın ve pozitif bilimlere verilen önemin ispatıdır. Gerek dinî bilimlerle, gerekse pozitif bilim dallarıyla ilgilenen müslümanlar, yaptıkları çalışmaların dinin bir emri olduğunu ifade etmişlerdir. Bu durum da geçmişte olduğu gibi günümüzde de pek çok düşünürün bilimle din arasında karşıtlık düşünmediğini açıklığa kavuşturmaktadır.

XVII. yüzyılda gerçekleşen Rönesans'la birlikte yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. Akılcılığın hâkim olduğu bu yeni dönemde bazı çevrelerde sadece doğal bilimlerin değil dinî hakikatlerin de akılla temellendirilebileceği kanaati yaygınlaşmıştır. Ancak bu kanaaatin yayılması uzun sürmemiş, akılla metafiziğin kurulabileceği inancına ciddi eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştiriler çoğunlukla maddecilerden kaynaklandığı gibi, dinde akıldan ziyade inanca önem veren bazı dindar insanlardan da gelmiştir. XVIII. yüzyılla birlikte Aydınlanma dönemi başlamış bu çerçevede metafiziğe karşı sistemli bir şüphecilik oluşmuştur.

Modern dönemde bazı çevreler geçmişte görülen kilisenin keyfî yorum ve uygulamalarını ateizme ve materyalizme basamak olarak kullanmış, dine ve Tanrı inancına karşı olan nefreti körüklemişlerdir. Ancak fikrî düzeyde sadece felsefî bir tercih konusu olan ateizmin modern dönemde politikaya âlet edilmesi ve bazı ideolojilere temel kılınması da insanlığı ayrı bir felâkete sürüklemiş, bilgisizlikten kaynaklanan dinî bağnazlığın yol açtığı felâketlerden daha büyük acılara ve ıstıraplara zemin hazırlamıştır.

Ateizm XIX. yüzyıldan itibaren yeni bir karakter kazanmıştır. Bazı çevrelerce bilimsel çalışmalar dinin aleyhinde görülmüş, pozitif bilimlerdeki çeşitli araştırmalar ve var sayımlar dinî inançların çürütülmesi amacıyla kullanılmaya çalışılmıştır. Ayrıca modern dönemde Batı'da insan özgürlüğü ile Tanrı iradesi (Kilise doktrinleri) arasında derin bir uçurum oluşmuş ve insanlar kendilerini bu ikilem içerisinde bulmuşlardır. Bu dönemde Tanrı problemi, ateistlerce insanın özüne yabancılaşması ve özgürlüğünü kaybetmesi açısından da temel bir mesele olarak gözükmüş-tür.(23)

Schopenhauer (1788-1860), Auguste Comte (1798-1857), Feuerbach (1804-1872), Marx (1818-1883), Nietzsche (1844-1900), Freud (1856-1939), Sartre (1905-1980) ve Ayer (1910-1989) gibi filozoflar modern dönemde ateizmin öncüleri olmuştur. Bu dönemde genelde bütün dinler, özelde ise Hıristiyanlık çeşitli biçimlerde eleştirilip reddedilmiştir.

Modern dönemde materyalizm çeşitli biçimlerde savunulmaya devam etmiştir. Materyalizmin iddiaları özellikle Marxist çevrelerde yenilenmiş ve bilimsel ateizm adı altında savunulmuştur. Yine bu dönemde Comte'un pozitivizmi ve diğer pozitivist akımlar da inançsızlık adına etkin bir rol oynamıştır. Bu akımların en etkili silahı da pozitif bilimler (doğrusu bilimsel var sayımlar) olmuştur. Şöyle ki:

XVIII. yüzyılın sonlarıyla XIX. yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli gerekçelerle bilim ile din arasında bir karşıtlık kurulmuş ve bilim adına bu sözde karşıtlık her fırsatta yenilenmiştir. Bilimin mutlaklığına inanan dolayısıyla bilimden hareketle dini eleştiren ve reddeden ateist düşünürler çağımızda kendilerince bilim dışı olan her türlü inancın, değerin ve yaklaşımın da artık bir kenara bırakılmasını istemişlerdir.

Günümüzde dini reddedenlerce ileri sürülen ve birer var sayım niteliğinde olan bazı iddialar sanki doğrulanmış genel geçer yasalarmış gibi kabul edilmiştir. Hatta bazı çevrelerde bu iddialar, birer ideoloji dogması haline getirilmiş, tartışıl-masına ve eleştirilmesine dahi fırsat verilmemiştir. Tanrı inancı ve din olgusu yanlış (yapay) olarak kabul edilmiş, bu inancı anlamak yerine, sadece onun niçin ve nasıl var olduğuna dair açıklama girişimlerine başvurulmuştur. İndirgemeci bir tutumla bu inançlar pozitivist bir ilke veya ön kabulden hareketle izah edilmeye çalışılmıştır.

Modern dönemde bilimi esas alıp dini reddeden düşünürler, evreni bilimsel bir biçimde ele alma, inceleme ve yorumlamayı hedeflemişler ve dünyada olup biten her şeyin de pozitif bilimle açıklanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bunun yanında da dinin böyle bir düşüncenin karşısında yer aldığı yalanını yaymaya çalışmışlardır.

Dinin pozitif bilime karşı çıktığını söyleyenler, insanların gözünü boyamak için evren ve yaşamla ilgili vahiy kaynaklı açıklamaları bilinçli olarak çarpıtmışlardır. Hatta onların gündeme getirilmesini, savunulmasını bilim çevrelerinde tartışılmasını dahi yasaklamışlardır.

Konunun daha iyi anlaşılması için bazı düşünürlerin iddialarını aktarmakta yarar görüyorum. Ancak çalışmanın ilerleyen bölümlerinde söz konusu fikirleri daha detaylı olarak ele alıp tartışacağımız için, burada onları özetlemekle yetineceğiz.

Modern dönemde Auguste Comte evrimci bir yaklaşımla "üç hal yasası" denilen bir yöntemi kullanmış, tarihi kendine göre teolojik, metafizik ve pozitivist olmak üzere üç döneme ayırarak insanlığın gelişimini izah etmek istemiştir. İnsanlığın bugünkü halini de bu tarihi evrimin bir sonucu olarak görmüştür. Comte'a göre İnsan son dönemde bilim sayesinde olgunluğa ermiş olacak ve dini bir kenara bıraka-caktır. Ancak Comte daha kendi yaşamında fikirleriyle çelişmiş ve tutarsız davranışlar sergilemiştir.

Bugün geçerliliği olmayan bu tesbit ne yazık ki bazı çevrelerde hâlâ ciddiye alınmakta ve sorgulanmadan kabul edilmektedir. Halbuki Tanrı inancının bütün gücüyle ayakta olması ve her şeye rağmen dünyanın pek çok yerinde dinî inançların yaşamlarını devam ettirmeleri Comte'un fikirlerinin yanlış olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

İnsan var olduğu ilk günde dahi şu anda sahip olduğu bütün nitelikleriyle birlikte donatılmış ve kendine bütün yetenekleri verilmiştir. Dolayısıyla varlığının ilk yıllarında o, basit bir canlı varlık ya da hayvanımsı bir yaratık değildir. Böyle olmadığı da Tanrı’ya inansın veya inanmasın pek çok bilim adamının ifade ettiği şeydir.

Durum böyle olunca bazı pozitivistlerin ortaya çıkıp da "insanın doğası başlangıçta böyle idi, daha sonra şöyle gelişti ve günümüzde ise bu hali aldı" demeleri gülünç olacaktır. İnsan var olduğu (yaratıldığı) ilk günden itibaren insandır. Baştan beri düşünme, hareket etme ve beslenme gücüne sahiptir. Elbetteki o günden itibaren de kendini ve evreni varkılan bir yaratıcıyı aramıştır. Tanrı'nın muazzam gücü karşısında ona hayranlık duymuş ve şükretmiştir. Bu inanç ve hayranlık bütün karşıt düşüncelere rağmen bugün de devam etmektedir. Gelecekte de böyle olacaktır.

Evrim düşüncesine sahip olanların iddia ettiği gibi zamanla değişen (gelişen) şey insanın doğası ve inancı olmayıp dünya ile ilgili olan tecrübe ve bilgisidir. Nitekim bunun sonu da yoktur. Hergün ortaya yeni bir şey çıkmakta ve her an yeni şeyler icat edilmektedir. Ancak değişen şeylerin yanında kalıcı olan değerler de vardır. Bunların arasında da etik (ahlâkî), estetik ve dinî değerler bulunmaktadır. Ayrıca bunlar insan doğasının ayrılmaz vasıflarıdır da. Sonuçta insanı ve Tanrı inancını düne veya bugüne göre değerlendirmek ya da ileride başka türlü olacağını söylemek başarısızlığa mahkûm olacak bir durumdur.

Modern dönemin en ünlü ateistleri arasında Feuerbach ve Marx bulunmaktadır. Tanrı inancını antropolojik bir yaklaşımla açıklamaya çalışan Feuerbach The Essence of Christianity adlı eserinde ateizmi "gerçek bir hümanizm" olarak tanımlamış, Tanrı kavramının da insan aklının kendi doğasını dışarıya yansıtması sonucu oluştuğunu söylemiştir. Ona göre İnsanın Tanrı'nın varlığına inanması, bir anlamda kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması ve fakirleşmesi olacaktır.(24) Feuerbach'ın fikirleri yaşadığı dönemde oldukça etkili olmuş başta Marx ve Freud olmak üzere pek çok düşünürü derinden etkilemiştir.

Marx ise XIX. yüzyıl Avrupasında, burjuvazi ve kapitalizmin egemen olduğu toplumda dinin rolünü ele almıştır. Marx'a göre böyle bir toplumda din (kilise) insanı etkisiz hale getirerek uyuşturmuştur. Dolayısıyla Marx'a göre sosyalizm kurulmalı,(25) bu sayede sosyal ve politik açıdan insanların özgürlüğü sağlanmalı, dolayısıyla din duygusu-nun oluştuğu kaynaklar da kurutulmalıdır.(26) Marx'ın fikirleri de yüzyılımızda derin etkiler uyandırmış pek çok insanı peşinden sürüklemiştir. Ancak ekonomik ve sosyal yapının değişmesiyle birlikte Marx'ın fikirlerinin de pratikte fazla bir ağırlığı kalmamıştır.

Modern dönemde ateizmin bir diğer öncüsü Freud ise, insandaki Tanrı inancını psikolojik tahlillerle açıklamaya çalışmış, din duygusunu insanlığın en eski, en güçlü ve en kaçınılmaz arzusu olarak değerlendirmiştir. Bu duyguyu da çocuksu bir yanılgı (hayal) olarak ifade etmiştir. The Future of an İllusion adlı eserinde de Tanrı inancını, çocuktaki baba imajının yüceltilmiş bir yansıması olarak ileri sürmüştür.(27)

Diğer bir ateist Nietzche ise inançsızlığa farklı bir temel oluşturmuş özellikle Hıristiyanlığın Tanrı anlayışını şiddetle reddetmiştir. Tanrı inancını içeren bütün gelenek ve değerlere şüpheci bir yaklaşım sergileyen Nietzche, Tanrı'yı (İsa) inanılmaya değer bir varlık olarak bulmamıştır. Dramatik bir üslûpla "Tanrı (İsa) öldü. O'nu biz öldürdük" diyen Nietzche bu sözüyle Tanrı kavramının ve bu kavram üzerine kurulan inançların bütünüyle bir kenara bırakılmasını arzulamış ve Tanrı'sız bir hayatı amaçlamıştır.(28)

Modern dönemin en ünlü ateistlerinden biri de J. P. Sartre olmuştur. İnsanın özgürlüğe mahkûm olduğunu iddia eden Sartre, Tanrı fikrinin insanın kendini tanrılaştırma ve kendini Tanrı olarak görme arzusunun bir sonucu olduğunu iddia etmiştir. Sartre'a göre varlığı özünden önce gelen tek varlık insandır. Bu insan var olduktan sonra özünü, doğasını ve değerlerini oluşturmakta ve kendini öylece tanımlamaktadır. Dolayısıyla Sartre'a göre insanın özgürlüğü açısından Tanrı var olmamalıdır. Tanrı olmadığı için de herhangi bir mutlak değerden söz edilmeyeceğini söyleyen Sartre(29) Var oluşçuluk akımının da önemli ateist filozoflarından biri olmuştur.

Batılı düşünürler Hıristiyan dünyasının krizleriyle ortaya çıkan ve Batı kültürü için çözüm olabilecek iddialarda bulunmuşlardır. Buna karşın müslümanların yaşadığı bir ortamda aynı sorunların ve aynı görüşlerin ortaya çıkma ihtimali oldukça zayıftır. Dolayısıyla bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Ancak burada üzücü olan şey Batı için önemli ve anlamlı olan bu düşüncelerin diğer kültürlere de aynen yansıtılması ve kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Halbuki her kültürün kendine has özelliklerinin yanı sıra, kendine özgü hayat anlayışı ve kendini diğer kültürlerden ayıran iç dinamikleri vardır.

Yukarıda adlarını andığım düşünürler yüzyılımızda insanlar üzerinde büyük izler bırakmış ve ateizmin öncüleri olmuşlardır. Fikirleri çok ciddi eleştirilere uğramıştır. Bunların düşüncelerinin günümüzde de devam ettiğini ya da güçlü olduğunu söylemek çok zor olacaktır. Günümüz insanı geçmişe oranla çok farklı bilgilere sahiptir. Dolayısıyla pek çok şeyi geride bırakmıştır. Yine insanlık doğruluğundan şüphe duyulmayan pek çok iddianın yanlış çıktığını tecrübe etmiş, kendi hayrına olduğu söylenen inkârcı ve yıkıcı ideolojilerin de neye mal olduğunu yakinen tecrübe etmiştir.

İnsanlık var olduğu sürece düşünce ve inançlardaki çeşitlilik de devam edecektir. Gelecekteki bu inançsızlık geleceğin kendi şartlarında ve kendi tartışmaları içerisinde yeniden şekillenerek varlığını sürdürecektir. Ancak görünen o ki yakın geçmişte olduğu gibi gelecekte de ateizmin, yanında bilim ve hümanizm silâhını bulması mümkün olmayacaktır. Çünkü her iki alanda da insan çok ciddi suistimallere mâruz kalmış ve çok acı hâtıraları yaşamıştır

Ateizmin tarihi Tanrı inancı kadar olmasa da çok gerilere kadar gitmektedir. Ancak tarihi çok eskilere giden bu ateizm biçimi bizim bugünkü anlamda anladığımız dinî inançların eleştirisi gibi değildir. Çünkü ateizm öncelikle Tanrı inancına karşı bir tür tepkidir. Dolayısıyla ateizmin Tanrı inancının bulunduğu ve bu inancın dile getirildiği yerde ortaya çıkma ihtimali daha yüksektir.

İster geniş anlamda "herhangi bir Tanrı anlayışına karşı inançsızlık" olarak düşünülsün, isterse felsefî anlamda "teizmin reddi" olarak alınsın, ateizmin tarihçesini düşünce tarihinde ana hatlarıyla İlkçağ (Antik dönem), Yeniçağ ve modern dönem olmak üzere üç safhada ele almak mümkündür. Bu tasnifin yanında kutsal kitaplardan ve peygamberlerin sözlerinden aldığımız bilgilere göre çok eski dönemlerden itibaren bir kısım insanların inançsız olduklarını ve dinle mücadele ettiklerini de öğrenmekteyiz. Bu insanlar Tanrı inancına şiddetle karşı çıkmış, çoğunluğu ahlâksızlıkta ileriye gitmiş, peygamberlerin uyarılarını da kabul etmemişlerdir.

Ateizmin geniş anlamda inançsızlık olarak görüldüğü İlkçağ'da Epikuroscular, şüpheciler ve Atinalı sofistler ilk göze çarpanlar olmuştur. Yine bu dönemde Epikuros (m.ö. 341-270), Lucretius (m.ö. 94-55 ) ve Democritus'un (m.ö. 460-370) fikirleriyle oluşan Yunan atomculuğu ya da klasik materyalizm de inançsızlıkta önemli bir rol oynamıştır. Bilindiği gibi materyalizm maddenin yaratılmadığını, düşünceden önce geldiğini ve hiçbir şeyin yoktan var olmadığını iddia etmiştir. Bunun yanında doğa üstü bir gücün (Tanrı) varlığını da reddetmiştir.(19) Materyalizm günümüze kadar çeşitli biçimlerde de olsa devam etmiş ve etkisini sürdürmüştür.

Bazı çevrelerce düşünce tarihinde ateizmin Tanrı inancından önce geldiği ve Antikçağ'daki bütün düşünürlerin de inançsız olduğu ileri sürülmüştür. Özellikle materyalist ateistlerin ileri sürmüş olduğu bu var sayımlar gerçeği yansıtmamaktadır. Materyalizmin tarihi elbetteki çok gerilere gitmektedir. Nitekim yukarıda isimleri anılan filozoflar bunlar arasında en meşhur olanlarıdır. Ancak tarihteki her filozof materyalist olmadığı gibi materyalist olanların sayısı da bütün filozoflar göz önünde bulundurulduğunda çok sınırlı kalmaktadır. Kaldı ki geçmişte veya günümüzde ateist olduğu halde kendini materyalist görmeyen pek çok kişi bulunmaktadır.

Materyalizmi Antik dönemin ateizmi olarak kabul edebiliriz. Ancak ifade edildiği gibi Antik dönemde materyalist olmayan ve dolayısıyla kendilerine ateist denilemeyecek düşünürler de bulunmaktadır. Kaldı ki tabiatla ilgili çalışma-larda bulunan herkesi ateist görmek de mümkün değildir. Sokrat (m.ö.470-399) öncesi dönemde yetişen ve günümüze kıyasla bazı çevrelerce gerçek filozof olarak nitelenen Xenophanes, Heraklitos, Empedokles ve Anaxagoras gibi düşünürlerin fikirlerindeTanrı kavramıyla paralellik arzeden pek çok nokta bulunmaktadır.(20) Bu filozofların düşüncelerine baktığımızda maddî dünyanın ötesinde var kabul ettikleri ve kendisiyle bütün varlığı açıkladıkları soyut bir kavrama da rastlamaktayız. Dolayısıyla tabiatla ilgili çalışmalarda bulundukları için Antik dönemi bütünüyle ateist görmek ve bu yanlış tesbiti de ideolojik amaçlar uğruna çeşitli şekillerde tekrarlamak yanlış olacaktır.

Ortaçağ'da monoteizmin (tek tanrıcılık) ağırlığını hissettirmesinden dolayı açıkça bir inançsızlık görülmemiştir. Her ne kadar bu dönemde hıristiyan dünyasında kiliseye ve kilise öğretilerine karşı içten içe bir tepki ve nefret oluşmuşsa da bunlar gizlilikten kurtulamamış ve baskılardan dolayı açığa çıkamamıştır. Vanini (1585-1619) ve Bruno (1548-1600) gibi kiliseye aykırı konuşan kişiler de bu dönemde yargılanmışlardır. Zaten Aydınlanma dönemiyle birlikte ortaya çıkan ve modern dönemde iyice belirginleşen din düşmanlığının temelinde de Ortaçağ'da kilisenin Tanrı adına yapmış olduğu insanlık dışı uygulamaların büyük rolü olmuştur.

İslâm dünyasında da ateizm bugünkü anladığımız anlamda pek yaygın ve etkili olamamıştır. Bununla birlikte ateizm denilince İslam tarihinde akla iki isim gelmektedir: Yahya b. İshak er-Râvendî (H. 205-245) ve Ebû Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Râzî (865-932). Bu düşünürler vahiy, peygamberlik ve mucize gibi dinî inançları eleştirmiş ve geleneğe aykırı şeyler söylemişlerdir. Ravendi hakkında elde kesin bilgiler olmamakla birlikte ona nisbet edilen fikirlere bakıldığında tabiatçı ve maddeci olduğu, ilâhî hikmeti reddettiği ve Kur'an'a inanmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu ve benzeri görüşlerin Ravendi'den ziyade hocası olan Ebû İsa el-Varrak'a ait olduğu, onun ateist olmadığı buna karşın deizmi benimsediği ifade edilmiştir.(21)

Ateist olarak meşhur olan Râzi İslâm dünyasında "Tabiat Felsefesinin" kurucusu sayılmaktadır. Ancak O'nun ateist (mülhid) olarak bilinmesine rağmen felsefî sisteminde Tanrı'ya yer verdiği ve onu beş ezelî ilkeden biri olarak gördüğü-diğer ilkeler Ruh, Madde, Mekân, ve Zaman-bilinmektedir.

Ravendi gibi Razi'nin de kesin olarak ateist olup olmadığıyla ilgili elde kesin bilgiler bulunmamaktadır. Ancak dinî kurumlarla özellikle peygamberlik kavramıyla mücadele ettikleri açıktır. İslâm dünyasında bu düşünürlerin yanı sıra zaman zaman ateistlerle aynı çizgiye konan, dehrî ve zındık diye adlandırılan kişiler de olmuştur.(22)

Ortaçağ'da felsefî anlamda ateizmin yaygın olmayışının iki temel gerekçesi bulunmaktadır. Bunların birincisi yukarıda da kısaca ifade edildiği gibi kilisenin baskısıdır. İkincisi ve en önemli nedeni ise ateizmin ortaya çıkabileceği fikrî bir boşluğun bulunmamış olmasıdır. Ortaçağ'da dinî düşünce zirvede olmuş ve çok çeşitli düşünürlerce de dile getirilip mantıklı bir biçimde temellendirilmiştir. Dolayısıyla o dönemde sadece baskılardan dolayı değil, güçlü düşünce ekollerinin bulunmasından dolayı da ateistlerin fikrî düzeyde azınlıkta kaldıkları görülmüştür.

Bazı kişiler hiçbir şekilde materyalist bir düşünceye sahip olmayan İbn Sînâ (980-1037), Fârâbî (870-950), Harizmî (ö. 847), Bîrûnî, İbn Rüşd (1126-1198) gibi filozofların fikirlerini, bunların tıp, coğrafya, kimya gibi pozitif bilimlerle ilgili çalışmalarını kasıtlı olarak dinin aleyhindeymiş gibi göstermeye çalışmışlardır. Halbuki bu ve benzeri düşünürler bırakınız dine düşman olmayı, aksine onun felsefî temellerini ortaya koymaya çalışan kişiler olmuşlardır. Bir anlamda bunlar İslâm kültürünü yaymak ve güzel bir medeniyet kurmuş olmak için olanca güçleriyle çalışmışlardır. Söz konusu filozoflar için felsefenin genel amacı iddiaların aksine dinsizlik değil, Tanrı'nın bilgisine ulaşmak ve O'nun varlığını ispatlamaktır. Onları diğer âlimlerden (teologlar, hukukçular, mistikler v.s.) ayıran fikirlerinin bulunması, dinden uzaklaşmalarının kanıtı değil bilakis İslâm kültüründeki çok sesliliğin, fikrî müsamahanın ve pozitif bilimlere verilen önemin ispatıdır. Gerek dinî bilimlerle, gerekse pozitif bilim dallarıyla ilgilenen müslümanlar, yaptıkları çalışmaların dinin bir emri olduğunu ifade etmişlerdir. Bu durum da geçmişte olduğu gibi günümüzde de pek çok düşünürün bilimle din arasında karşıtlık düşünmediğini açıklığa kavuşturmaktadır.

XVII. yüzyılda gerçekleşen Rönesans'la birlikte yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. Akılcılığın hâkim olduğu bu yeni dönemde bazı çevrelerde sadece doğal bilimlerin değil dinî hakikatlerin de akılla temellendirilebileceği kanaati yaygınlaşmıştır. Ancak bu kanaaatin yayılması uzun sürmemiş, akılla metafiziğin kurulabileceği inancına ciddi eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştiriler çoğunlukla maddecilerden kaynaklandığı gibi, dinde akıldan ziyade inanca önem veren bazı dindar insanlardan da gelmiştir. XVIII. yüzyılla birlikte Aydınlanma dönemi başlamış bu çerçevede metafiziğe karşı sistemli bir şüphecilik oluşmuştur.

Modern dönemde bazı çevreler geçmişte görülen kilisenin keyfî yorum ve uygulamalarını ateizme ve materyalizme basamak olarak kullanmış, dine ve Tanrı inancına karşı olan nefreti körüklemişlerdir. Ancak fikrî düzeyde sadece felsefî bir tercih konusu olan ateizmin modern dönemde politikaya âlet edilmesi ve bazı ideolojilere temel kılınması da insanlığı ayrı bir felâkete sürüklemiş, bilgisizlikten kaynaklanan dinî bağnazlığın yol açtığı felâketlerden daha büyük acılara ve ıstıraplara zemin hazırlamıştır.

Ateizm XIX. yüzyıldan itibaren yeni bir karakter kazanmıştır. Bazı çevrelerce bilimsel çalışmalar dinin aleyhinde görülmüş, pozitif bilimlerdeki çeşitli araştırmalar ve var sayımlar dinî inançların çürütülmesi amacıyla kullanılmaya çalışılmıştır. Ayrıca modern dönemde Batı'da insan özgürlüğü ile Tanrı iradesi (Kilise doktrinleri) arasında derin bir uçurum oluşmuş ve insanlar kendilerini bu ikilem içerisinde bulmuşlardır. Bu dönemde Tanrı problemi, ateistlerce insanın özüne yabancılaşması ve özgürlüğünü kaybetmesi açısından da temel bir mesele olarak gözükmüş-tür.(23)

Schopenhauer (1788-1860), Auguste Comte (1798-1857), Feuerbach (1804-1872), Marx (1818-1883), Nietzsche (1844-1900), Freud (1856-1939), Sartre (1905-1980) ve Ayer (1910-1989) gibi filozoflar modern dönemde ateizmin öncüleri olmuştur. Bu dönemde genelde bütün dinler, özelde ise Hıristiyanlık çeşitli biçimlerde eleştirilip reddedilmiştir.

Modern dönemde materyalizm çeşitli biçimlerde savunulmaya devam etmiştir. Materyalizmin iddiaları özellikle Marxist çevrelerde yenilenmiş ve bilimsel ateizm adı altında savunulmuştur. Yine bu dönemde Comte'un pozitivizmi ve diğer pozitivist akımlar da inançsızlık adına etkin bir rol oynamıştır. Bu akımların en etkili silahı da pozitif bilimler (doğrusu bilimsel var sayımlar) olmuştur. Şöyle ki:

XVIII. yüzyılın sonlarıyla XIX. yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli gerekçelerle bilim ile din arasında bir karşıtlık kurulmuş ve bilim adına bu sözde karşıtlık her fırsatta yenilenmiştir. Bilimin mutlaklığına inanan dolayısıyla bilimden hareketle dini eleştiren ve reddeden ateist düşünürler çağımızda kendilerince bilim dışı olan her türlü inancın, değerin ve yaklaşımın da artık bir kenara bırakılmasını istemişlerdir.

Günümüzde dini reddedenlerce ileri sürülen ve birer var sayım niteliğinde olan bazı iddialar sanki doğrulanmış genel geçer yasalarmış gibi kabul edilmiştir. Hatta bazı çevrelerde bu iddialar, birer ideoloji dogması haline getirilmiş, tartışıl-masına ve eleştirilmesine dahi fırsat verilmemiştir. Tanrı inancı ve din olgusu yanlış (yapay) olarak kabul edilmiş, bu inancı anlamak yerine, sadece onun niçin ve nasıl var olduğuna dair açıklama girişimlerine başvurulmuştur. İndirgemeci bir tutumla bu inançlar pozitivist bir ilke veya ön kabulden hareketle izah edilmeye çalışılmıştır.

Modern dönemde bilimi esas alıp dini reddeden düşünürler, evreni bilimsel bir biçimde ele alma, inceleme ve yorumlamayı hedeflemişler ve dünyada olup biten her şeyin de pozitif bilimle açıklanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bunun yanında da dinin böyle bir düşüncenin karşısında yer aldığı yalanını yaymaya çalışmışlardır.

Dinin pozitif bilime karşı çıktığını söyleyenler, insanların gözünü boyamak için evren ve yaşamla ilgili vahiy kaynaklı açıklamaları bilinçli olarak çarpıtmışlardır. Hatta onların gündeme getirilmesini, savunulmasını bilim çevrelerinde tartışılmasını dahi yasaklamışlardır.

Konunun daha iyi anlaşılması için bazı düşünürlerin iddialarını aktarmakta yarar görüyorum. Ancak çalışmanın ilerleyen bölümlerinde söz konusu fikirleri daha detaylı olarak ele alıp tartışacağımız için, burada onları özetlemekle yetineceğiz.

Modern dönemde Auguste Comte evrimci bir yaklaşımla "üç hal yasası" denilen bir yöntemi kullanmış, tarihi kendine göre teolojik, metafizik ve pozitivist olmak üzere üç döneme ayırarak insanlığın gelişimini izah etmek istemiştir. İnsanlığın bugünkü halini de bu tarihi evrimin bir sonucu olarak görmüştür. Comte'a göre İnsan son dönemde bilim sayesinde olgunluğa ermiş olacak ve dini bir kenara bıraka-caktır. Ancak Comte daha kendi yaşamında fikirleriyle çelişmiş ve tutarsız davranışlar sergilemiştir.

Bugün geçerliliği olmayan bu tesbit ne yazık ki bazı çevrelerde hâlâ ciddiye alınmakta ve sorgulanmadan kabul edilmektedir. Halbuki Tanrı inancının bütün gücüyle ayakta olması ve her şeye rağmen dünyanın pek çok yerinde dinî inançların yaşamlarını devam ettirmeleri Comte'un fikirlerinin yanlış olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

İnsan var olduğu ilk günde dahi şu anda sahip olduğu bütün nitelikleriyle birlikte donatılmış ve kendine bütün yetenekleri verilmiştir. Dolayısıyla varlığının ilk yıllarında o, basit bir canlı varlık ya da hayvanımsı bir yaratık değildir. Böyle olmadığı da Tanrı’ya inansın veya inanmasın pek çok bilim adamının ifade ettiği şeydir.

Durum böyle olunca bazı pozitivistlerin ortaya çıkıp da "insanın doğası başlangıçta böyle idi, daha sonra şöyle gelişti ve günümüzde ise bu hali aldı" demeleri gülünç olacaktır. İnsan var olduğu (yaratıldığı) ilk günden itibaren insandır. Baştan beri düşünme, hareket etme ve beslenme gücüne sahiptir. Elbetteki o günden itibaren de kendini ve evreni varkılan bir yaratıcıyı aramıştır. Tanrı'nın muazzam gücü karşısında ona hayranlık duymuş ve şükretmiştir. Bu inanç ve hayranlık bütün karşıt düşüncelere rağmen bugün de devam etmektedir. Gelecekte de böyle olacaktır.

Evrim düşüncesine sahip olanların iddia ettiği gibi zamanla değişen (gelişen) şey insanın doğası ve inancı olmayıp dünya ile ilgili olan tecrübe ve bilgisidir. Nitekim bunun sonu da yoktur. Hergün ortaya yeni bir şey çıkmakta ve her an yeni şeyler icat edilmektedir. Ancak değişen şeylerin yanında kalıcı olan değerler de vardır. Bunların arasında da etik (ahlâkî), estetik ve dinî değerler bulunmaktadır. Ayrıca bunlar insan doğasının ayrılmaz vasıflarıdır da. Sonuçta insanı ve Tanrı inancını düne veya bugüne göre değerlendirmek ya da ileride başka türlü olacağını söylemek başarısızlığa mahkûm olacak bir durumdur.

Modern dönemin en ünlü ateistleri arasında Feuerbach ve Marx bulunmaktadır. Tanrı inancını antropolojik bir yaklaşımla açıklamaya çalışan Feuerbach The Essence of Christianity adlı eserinde ateizmi "gerçek bir hümanizm" olarak tanımlamış, Tanrı kavramının da insan aklının kendi doğasını dışarıya yansıtması sonucu oluştuğunu söylemiştir. Ona göre İnsanın Tanrı'nın varlığına inanması, bir anlamda kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması ve fakirleşmesi olacaktır.(24) Feuerbach'ın fikirleri yaşadığı dönemde oldukça etkili olmuş başta Marx ve Freud olmak üzere pek çok düşünürü derinden etkilemiştir.

Marx ise XIX. yüzyıl Avrupasında, burjuvazi ve kapitalizmin egemen olduğu toplumda dinin rolünü ele almıştır. Marx'a göre böyle bir toplumda din (kilise) insanı etkisiz hale getirerek uyuşturmuştur. Dolayısıyla Marx'a göre sosyalizm kurulmalı,(25) bu sayede sosyal ve politik açıdan insanların özgürlüğü sağlanmalı, dolayısıyla din duygusu-nun oluştuğu kaynaklar da kurutulmalıdır.(26) Marx'ın fikirleri de yüzyılımızda derin etkiler uyandırmış pek çok insanı peşinden sürüklemiştir. Ancak ekonomik ve sosyal yapının değişmesiyle birlikte Marx'ın fikirlerinin de pratikte fazla bir ağırlığı kalmamıştır.

Modern dönemde ateizmin bir diğer öncüsü Freud ise, insandaki Tanrı inancını psikolojik tahlillerle açıklamaya çalışmış, din duygusunu insanlığın en eski, en güçlü ve en kaçınılmaz arzusu olarak değerlendirmiştir. Bu duyguyu da çocuksu bir yanılgı (hayal) olarak ifade etmiştir. The Future of an İllusion adlı eserinde de Tanrı inancını, çocuktaki baba imajının yüceltilmiş bir yansıması olarak ileri sürmüştür.(27)

Diğer bir ateist Nietzche ise inançsızlığa farklı bir temel oluşturmuş özellikle Hıristiyanlığın Tanrı anlayışını şiddetle reddetmiştir. Tanrı inancını içeren bütün gelenek ve değerlere şüpheci bir yaklaşım sergileyen Nietzche, Tanrı'yı (İsa) inanılmaya değer bir varlık olarak bulmamıştır. Dramatik bir üslûpla "Tanrı (İsa) öldü. O'nu biz öldürdük" diyen Nietzche bu sözüyle Tanrı kavramının ve bu kavram üzerine kurulan inançların bütünüyle bir kenara bırakılmasını arzulamış ve Tanrı'sız bir hayatı amaçlamıştır.(28)

Modern dönemin en ünlü ateistlerinden biri de J. P. Sartre olmuştur. İnsanın özgürlüğe mahkûm olduğunu iddia eden Sartre, Tanrı fikrinin insanın kendini tanrılaştırma ve kendini Tanrı olarak görme arzusunun bir sonucu olduğunu iddia etmiştir. Sartre'a göre varlığı özünden önce gelen tek varlık insandır. Bu insan var olduktan sonra özünü, doğasını ve değerlerini oluşturmakta ve kendini öylece tanımlamaktadır. Dolayısıyla Sartre'a göre insanın özgürlüğü açısından Tanrı var olmamalıdır. Tanrı olmadığı için de herhangi bir mutlak değerden söz edilmeyeceğini söyleyen Sartre(29) Var oluşçuluk akımının da önemli ateist filozoflarından biri olmuştur.

Batılı düşünürler Hıristiyan dünyasının krizleriyle ortaya çıkan ve Batı kültürü için çözüm olabilecek iddialarda bulunmuşlardır. Buna karşın müslümanların yaşadığı bir ortamda aynı sorunların ve aynı görüşlerin ortaya çıkma ihtimali oldukça zayıftır. Dolayısıyla bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Ancak burada üzücü olan şey Batı için önemli ve anlamlı olan bu düşüncelerin diğer kültürlere de aynen yansıtılması ve kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Halbuki her kültürün kendine has özelliklerinin yanı sıra, kendine özgü hayat anlayışı ve kendini diğer kültürlerden ayıran iç dinamikleri vardır.

Yukarıda adlarını andığım düşünürler yüzyılımızda insanlar üzerinde büyük izler bırakmış ve ateizmin öncüleri olmuşlardır. Fikirleri çok ciddi eleştirilere uğramıştır. Bunların düşüncelerinin günümüzde de devam ettiğini ya da güçlü olduğunu söylemek çok zor olacaktır. Günümüz insanı geçmişe oranla çok farklı bilgilere sahiptir. Dolayısıyla pek çok şeyi geride bırakmıştır. Yine insanlık doğruluğundan şüphe duyulmayan pek çok iddianın yanlış çıktığını tecrübe etmiş, kendi hayrına olduğu söylenen inkârcı ve yıkıcı ideolojilerin de neye mal olduğunu yakinen tecrübe etmiştir.

İnsanlık var olduğu sürece düşünce ve inançlardaki çeşitlilik de devam edecektir. Gelecekteki bu inançsızlık geleceğin kendi şartlarında ve kendi tartışmaları içerisinde yeniden şekillenerek varlığını sürdürecektir. Ancak görünen o ki yakın geçmişte olduğu gibi gelecekte de ateizmin, yanında bilim ve hümanizm silâhını bulması mümkün olmayacaktır. Çünkü her iki alanda da insan çok ciddi suistimallere mâruz kalmış ve çok acı hâtıraları yaşamıştır.

Tanrı'nın varlığına inanan insanlar inançlarını destekleyen kanıtlar ileri sürmüş ve ateistlerin bu konudaki iddialarını boşa çıkarmışlardır. Ateistler de Tanrı'nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtları reddetmiş ve kendi düşünce-lerinden vazgeçmemişlerdir. Ancak bunu yaparken de sadece eleştiri getirmiş, kötülüklerin varlığı gibi bir iki konu hariç kendi iddiaları lehinde orijinal bir fikir ileri sürmemişlerdir. Kaldı ki Tanrı'nın varlığı için ileri sürülen ve bir anlamda ateizmi yanlışlayan kanıtların eleştirilebilmesi de onların çürütülmesi ya da içeriğinin yanlışlığı anlamına gelmemektedir.

Ateistlerin düşündüğü gibi Tanrı'nın varlığını reddetmek o kadar basit bir konu değildir. Reddetmek için pek çok teorik riskin ve mantıksızlığın göze alınması gerekecektir. Çünkü lehlerinde birçok kanıt olmasına rağmen inananlar eleştirilebiliyorsa, ellerinde somut hiçbir kanıt bulunmayan ateistleri tenkit etmek daha kolay ve sıradan bir iş olacaktır. Bu yüzden Tanrı'nın varlığını reddetmenin, kabul etmekten daha zor olduğu işin başında açıkça ortaya çıkmaktadır. Sadece kâinat Tanrı'nın varlığına doğrudan bir kanıttır. Dolayısıyla Tanrı'yı inkâr etmeye ve bunun için gerekçeler uydurmaya çalışmak bir nehri tersine akıtmak kadar imkân-sızdır.

Tanrı'nın varlığını iddia edenler birtakım kanıtlar ileri sürmüş bizleri düşündüren ve aklımıza yatan fikirler ortaya koymuşlardır. Herhangi bir ön yargı, saplantı ya da ideolojik bir kabulle konuyu geçiştirmemişlerdir. Meselâ önümüzde duran âlemin kendi başına var olamayacağını iddia etmiş, bir yaratıcıya ve düzenleyiciye gereksinim olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla teistlerin ellerinde herkesçe anlaşılır ve kabul edilebilir deliller bulunmaktadır. Bu somut deliller üzerinde hiç kimse onlara niçin böyle düşünüyorsunuz da diyemez. Çünkü insan aklının ve mantığının vardığı sonuç budur. Aklın düşünmesini ya da varlığımızla ilgili muhakeme yapmasını da engellemek mümkün değildir.

Ateistlerin yaptığı iş inananların tezlerini eleştirmekten veya reddetmekten ibarettir. Yapmış oldukları eleştiriler ise mü'minlerin kanaatlerini yanlış çıkarmaya yetmemektedir. Sadece onların dile getirdiği kanıtların teorik açıdan karşıtını dile getirmekten ibarettir. Ancak bir şeyin teorik açıdan karşıtını düşünmek o şeyin pratikte de öyle olabileceği anlamına gelmez. Zaten bir insan inanmak istemezse kendine göre birtakım gerekçeler bulmakta gecikmeyecektir. Dolayısıyla ateistin Tanrı'nın varlığını yalanlaması sadece kendini bağlayan bir durumdur. Bu sonuç da inanan insanın muhakemesine ve kanaatine en küçük bir olumsuzluk getirmeyecektir.

Aslında bazı teistler açısından ateistin itirazlarını ya da Tanrı kavramıyla ilgili olumsuz düşüncelerini dikkate almamak da mümkündür. Çünkü bir şeyle ilgili itirazlar öncelikle o şeyin varlığının kabulüyle birlikte anlamlı olacaktır. Bu ateistler için de söz konusudur. Sonuçta onlara göre ateistlerin Tanrı'nın varlığını kabul etmeden dışarıdan konuşmaları ve Tanrı kavramıyla ilgili eleştiri getirmeleri başlı başına bir tutarsızlık olacaktır.

Tanrı'nın varlığı sadece kanıt meselesi olmayıp sonuçta bir iman konusudur. İman da yüce bir varlığa, bir yaratıcıya inanmak, ona aklen, zihnen ve kalben bağlanmaktır. İnsanla yaratıcısı arasında içi aşk ve sevgi dolu bir bağ oluşturmaktır. Bu da düşünce gerektiren, cesaret isteyen ve bir şekilde adım atılarak mesafe alınan bir şeydir. Dolayısıyla Tanrı inancı ve bu inançla ilgili muhakemeler ateistlerin eleştirilerinde görüldüğü gibi birtakım basit mantık oyunlarının ve fikrî saplantıların ötesinde bulunmaktadır. Bu konu, insanın yaşamı, var oluşu, duygusu, şuuru ve benliğiyle ilgili bir problemdir.

Tanrı'nın varlığının kanıtlanması konusunda İslâm ile diğer dinî inançlar arasında bâriz farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar da tartışmalara yansımaktadır. Meselâ bir Hıristiyan için teslisi ya da enkarnasyonu anlamak ve başkalarına anlatmak o kadar kolay olmayacaktır. Aynı şekilde o kişinin ateiste karşı ikna edici cevaplar vermesi de zordur. Dolayısıyla onun yapabileceği tek şey bu konunun inanç meselesi olduğunu söylemek ve tartışmaya girmemektir.

Tanrı'nın varlığı sonuç itibariyle inanç konusa da olsa bir müslüman inancını rahatlıkla anlayabilmekte ve anlatabilmektedir. Onun hakkında muhakemeler yürütebil-mekte ve kanıtlar bulabilmektedir. Bir anlamda dış dünya ile inandığı kavram arasında uyumlu bir karşılık kurabil-mektedir. Sonuçta da yaratıcı ve yaratılan ilişkisini ve bundan kaynaklanan bir dünya görüşünü zihninde kolayca şekillendirebilmektedir.

Şimdi ateistlerin iddialarını boşa çıkaran ve Tanrı'nın varlığını ispatlamak amacıyla inananların dile getirdiği kanıtlara göz atabiliriz. Ele alacağımız kanıtların pek çoğu filozoflar tarafından uzun uzadıya tartışılan ve hâlâ da üzerinde konuşulan konulardır. Kanıtları ele almadan önce bunların ortaya konuş gayesiyle ilgili birkaç hususa değinmekte fayda vardır. Bunları şeylece sıralayabiliriz: Öncelikle Tanrı'nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtların temelde felsefî olması sıradan bir insanın da benzeri sonuçlara varamayacağı ya da aynı şeyleri düşünemeyeceği anlamına gelmez. Her insanın kendi iç dünyasında derin düşüncelere daldığı ve çevresine bakarak birtakım fikirler yürüttüğü göz önünde bulundurulursa benzeri delillerin çoğu kişi tarafından paylaşıldığı da görülecektir.

Tanrı inancı konusunda önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi insanlar (inananlar) büyük oranda aklî bir tutum içerisindedirler. Bu onların temelsiz konuşmadıklarına ve söz konusu alanda doğmatik bir tavır sergilemediklerine işarettir. Kısacası müminler Tanrı inancını rasyonel yönü bulunan bir inanç olarak ortaya koymaktadırlar.(41)

Tanrı inancının rasyonel olmasıyla Tanrı'nın varlığının akılla bilinebileceği iddiası aynı şeyler değildir. Dolayısıyla inancın rasyonel boyutundan bahsederken onun tamamiyle aklî olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü müminler için Tanrı'nın varlığı meselesi kanıtlanmaya gerek duyulmayan bir durumdur. İleri sürülen ispatlar ise bu inancın kabulden sonra açıklanması ve izah edilmesi olayıdır. Müminlerin çoğu yaratıcıya inanmak için öncelikle bir kanıt bulma arayışında değildir. Çünkü onlar yaratıcının varlığından şüphe etmezler. İçlerinden gelen sese ve tecrübe ettikleri âlemin çağrısına kulak verirler.

Akıl insanı her konuda düşünmeye sevkeder. Özellikle yaşam ve evren üzerinde derin fikirlere dalmasına yol açar. Bu süreçte insanın Tanrı inancı güçlenir ve kendi iç dünyasında tatminkâr olmasını sağlar. Dolayısıyla akıl Tanrı inancını temellendirir, böyle bir inancın hurafe, uydurma ya da yapay olmadığına karar verir. İnancın mantıkî açıdan tatminkâr dayanaklarını ortaya kor. Bu dayanaklar da her şeyden önce aklın, mantığın ve insan düşüncesinin ortaya koyduğu ve olmazsa olmaz dediği şeylerdir. Çünkü Tanrı'nın varlığı sonuç itibariyle iman konusu da olsa böyle bir inancın ya da bu inanca temel olan dayanakların elbetteki bir açıklaması olacaktır. Akıl da insana böyle bir açıklama imkânı sağlamaktadır.

Tanrı'nın varlığını kanıtlamakla amaçlanan diğer bir konu inanan insanların bilinçli ve kararlı olmalarını temin etmektir. Çünkü bir şeye sadece inanmak, fikrî açıdan rahatlığı garantilemez. Dolayısıyla inanan kişiler gerek kendi içlerinde gerekse başkalarının zihinlerinde doğabilecek şüpheleri gidermek amacını da gütmüşlerdir. Meselâ Tanrı'ya inanan bir insanın aklına bazan istemediği ve arzulamadığı düşünceler gelebilir. Nitekim gelmektedir de. Ancak Tanrı inancı da zihinde oluşan herhangi bir vesveseyle ya da sorgulamayla yok olacak kadar temelsiz bir konu değildir. Hz. Peygamber dahi bu konuda problemi bulunduğunu söyleyen bir insana hoşgörüyle yaklaşmış ve endişeye gerek olmadığını vurgulamıştır. Hatta o kişinin zihninde oluşan kuşkuları imanın güçlenmesine işâret olarak değerlendirmiştir.(42)

İnsanların bazı zamanlarda istemedikleri halde karışık düşüncelere daldıkları ve onlara saplanıp kaldıkları görülmektedir. Doğrusu bunda anormal görülecek bir durum bulunmamaktadır. Teorik olarak insan zihninin sınırsız sayıda fikir üretmesi ve düşüncelere dalması mümkündür. Ancak bilinmesi gereken durum zihnen tartışılan şeylerin, hatta akla gelen bazı saçma fikirlerin inanca bir zarar vermediğidir. Çünkü Tanrı inancı vesveseyle ya da anlamsız bir iki saçma fikirle yok olacak kadar basit bir şey değildir. Dolayısıyla ortada endişelenecek bir şey olmadığı gibi insanın bu tür düşüncelere düşme korkusuna da gerek yoktur. Yapılması gereken şey anlamsız fikirlerin üzerine giderek onları test etmek ve yanlışta olsa iddialarını tartışmaktır.

İnsanda Tanrı'nın aklen ve mantıken var olması gerektiği kanaatinden daha güçlü bir düşünce olamaz. Gözlerimizi kamaştıran âlem karşısında O'nun varlığını reddetmek mümkün değildir. Her şeye rağmen insanın önüne inançsızlık dahi çıksa onu fazla büyütmemek ve problem etmemek gerekir. İnsan aklı bazı dalgalanmalardan sonra doğruda karar kılacak ve şüpheyle yaşanamayacağını anlayacak güçtedir. Yeterki şartlandırılmasın. Bunu yaparken de (inançsızlığı sorgularken) dış dünyada görülen her şey yaratıcının lehine kanıtlık yapacaktır.

Kanıt konusunda diğer bir hatırlatma da bulunursak şunları söyleyebiliriz: Öyle görünüyor ki ateistlerin büyük bir kısmı ileri sürülen kanıtları ciddi bir şekilde düşünmeden karar vermiştir. Felsefî çevrelerin dışındaki ateistlerin büyük çoğunluğu ideolojik, psikolojik, sosyolojik ve birtakım pratik gerekçelerden dolayı bir anda kendini dinsiz bir ortamda bulmuş ve Tanrı'ya karşı olumsuz bir tavır takınmıştır. Ateist bir atmosferde, kendini inançsız bulan bazı kişiler olanca gayretleriyle bu anlamsız ve sonuçsuz işin savunmasına girişmiş, dogmatik ideolojileri uğruna güçlü kanıtları görmemeye çalışmışlardır

İnançsızlığın sonsuza kadar gitmesi mümkün değildir. Her şeye rağmen ateist bir insanın edindiği tecrübelerle tekrar düşünmesi ve Tanrı konusunu tekrar gözden geçirmesi mümkündür. Zihnindeki yapay problemleri çözmesi ve birtakım ideolojileri aşması onun için zor olmayacaktır. İnsan hayatının her safhası böyle bir gelişme için kaçırılmamış fırsattır. Yaşamının bir kesitinde bazı gerekçelerle ateizmi tercih eden bir insanın ilerleyen yıllarda karşılaştığı daha güçlü gerekçelerle bu tercihini değiştirmesi hiç de zor değildir. Nitekim bu olgunluğu gösteren pek çok kişi vardır.

Tanrı, insanlardan kendine iman etmelerini isterken, onlara her türlü imkân ve avantajı sağlamış önlerine değişik seçenekler koymuştur. Bu nedenle düşünen ve gerçekçi olan bir insanı, bütün yollar Tanrı'ya götürmektedir. Dolayısıyla Tanrı inancı insanların önünde bir bilmece ya da şans oyunu gibi durmamaktadır. Zaten Tanrı insanları karışık ve karmaşık bir problem karşısında bırakmamış, onları akıl, kalp ve vicdan gibi özelliklerle donatmış önlerine de, kendi varlığına işaret olarak muhteşem kâinatı sermiştir. Bundan sonrası insanlara kalmaktadır.



2. Tanrı'nın Varlığının Delilleri

Tanrı'nın varlığını kanıtlayan ve ateistlerin iddialarını boşa çıkaran deliller sırasıyla şunlardır:

a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

c. Nizam ve Gâye Delili (Teleolojik Kanıt)

d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)

e. Ahlâk Delili

Bu delillerin ortaya koyduğu iddialar bütünüyle ateizmi imkânsız kılmakta ve dayanaklarını yok etmektedir. Bir insanın bu kanıtları öğrendikten sonra ateist olması mümkün değildir. Her şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.

Daha önce ifade edildiği gibi, bu kanıtlar felsefî eserlerin konusu olmakla birlikte, herkesin düşünebileceği, hatta zorlanmadan daha güzel bir şekilde ifade edeceği aklî muhakemelerdir. Nitekim filozof olmadığı halde değişik branştan pek çok bilim adamının bu kanıtlarla ilgili ilginç düşünceleri bulunmaktadır. Bu da Tanrı'nın varlığının herkesin anlayabileceği bir şekilde açık ve seçik bir konu olduğunu ortaya koymaktadır.(43)

Şimdi bu kanıtları sırasıyla ele alabiliriz.



a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

Zaman zaman kendi varlığımızla ya da çevremizle ilgili düşüncelere dalarız. Özellikle yalnız kaldığımızda, kendi hayatımızı düşündüğümüzde, ya da bir gece vakti gökyüzünü seyrettiğimizde içimizde bazı duyguların oluştuğunu hissederiz. Bu süreçte zihnimizin derinliklerinde bir konunun varlığını farkeder ve bir süre sonra da onun üzerinde yoğunlaşırız. Bu konu çevremizdeki hiçbir şeyin plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikridir.

Kâinat karşısında içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olacağı düşüncesinden bir adım daha öteye götürerek, her şeyin arkasında bulunan bir varlık fikrine de götürür. İçimizdeki bir ses aynı zamanda bizlere bu varlığın sıradan bir varlık olamayacağını fısıldamaktadır. Çünkü karşımızda göz kamaştıran bir âlem durmaktadır. Bu âlem de bütün güzellikleriyle bizlere yüce bir varlığı haber vermektedir. O mükemmel varlık da Tanrı'nın kendisidir.

Her şeyin kendisiyle hayat bulmuş olduğu bir varlık fikrinin içimizde doğduğunu müşahade ederken diğer yandan böyle bir varlığın zorunlu olarak var olması gerektiğini iyice anlamaya başlarız. İşte bazan farkında olarak bazan da şuursuz bir şekilde içimizde hissettiğimiz bu yüce varlık fikrî Tanrı'nın varlığının en büyük kanıtıdır. Buna da "ontolojik kanıt”(44) (varlık delili) adı verilmektedir.

Ontolojik kanıt gerek Batı dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında önemsenen ve ateistlere karşı dile getirilen bir delildir. Her iki dünyada da çeşitli düşünürlerce Tanrı'nın, en mükemmel varlık olduğu ve varlığının bir nedeni bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu kanıtı dile getirenlerden St. Anselm (1033-1109) Tanrı'yı, "kendisinden daha mükemmeli kavranamayan varlık” olarak tanımlamış ve Tanrı'nın varlığını inkâr edenlerin zihninde dahi bu fikrin olduğunu iddia etmiştir. O, sadece zihinde var olan mükemmel varlık kavramının düşünülemeyeceğini belirtmiş ayrıca bu kavramın zihinde olduğu kadar dış dünyada da var olduğunu iddia etmiştir.(45)

Bu kanıtı dile getiren en önemli kişilerden biri de ünlü filozof Descartes'tır (1596-1650). Descartes'a göre bizler zihnimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı'nın kendisidir. Tanrı kavramı insan zihnindeki matematik bir kavram kadar açık ve seçiktir. Descartes'a göre Tanrı'nın yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Tanrı'nın var olması Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla O, hem zihni-mizde yer almakta hem de gerçek olarak var olmaktadır.(46)

Descartes'e göre zihnimizdeki en mükemmel varlık fikrinin bulunması Tanrı'nın varlığının bir ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. Olsa olsa bu kavram, mükemmel varlığın kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes'a göre kalplerimize kendi mührünü basmış ve en yetkin varlık kavramını içimize yerleştirmiştir.(47)

Ontolojik kanıta ateistler çeşitli şekillerde itiraz etmişlerdir. Ancak onların bu itirazları kanıtın gücünü zayıflatamamıştır. Çünkü söz konusu eleştiriler inanan insanların aklî muhakemelerini tartışmaktan ibaret kalmıştır. Ancak teorik olarak bir fikri tartışmak ya da karşıtını dile getirmek realitede de o şeyin doğruluğunu çürütmez. Meselâ annesiz ve babasız bir çocuğun olabileceği insanın aklına bir fikir olarak gelebilir. Ancak Tanrı'nın dilemesi dışında bunun böyle olmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Yine âlemin de bir yaratıcı olmadan var olabileceğini ve bugünkü durumuna gelebileceğini düşünmek bir fikir olarak akla gelebilir. Ancak bunun pratikte böyle olabileceğini düşünmek imkânsızdır. Bunun gibi Tanrı'nın da var olmadığını bazıları bir fikir olarak düşünebilir. Ancak bu kanaat bir fikirden ibaret kalır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü pratikte O'nsuz bir var oluş ve yaşam mümkün değildir.

Kendi varlığımızı ve içerisinde yaşadığımız âlemin gerçekliğini inkâr edemeyeceğimize göre yaratıcıyı da inkâr etmemiz mümkün değildir. Kaldı ki Tanrı var olmasaydı bizler de var olmayacaktık. Var olsaydık bile zihnimizde Tanrı kavramı olmayacaktı. İnansın veya inanmasın herkesin zihninde bu kavramın yer aldığı ortadadır. Dolayısıyla var olmayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimizde atılması veya yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin içimizde doğması ve bizlerin de onu düşünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kavrama sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmak-tayız.

Tanrı kavramının doğuştan gelmediği, zihnimize sonradan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareketle böyle bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıyla insanın iç dünyasının sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı'nın var olmadığını iddia etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır.

İnsanın kendi doğasında var olan Tanrı kavramını söküp atması kolay değildir. Böyle bir kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar öncesinden itibaren terkedilmesi, unutulması ve bugün de üzerinde durulmaması gerekecekti. Ancak bu konuda başarısız kalındığına ve Tanrı'ya inananların sayısı arttığına göre aşkın ve mükemmel olan yaratıcı Tanrı inancını reddetmenin ya da insanları böyle bir inançtan vazgeçirmeye çalışmanın anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı kesindir.

Ontolojik kanıt bir anlamda mutlak ateizmin de olamayacağını kanıtlamaktadır. Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi tabiatında Tanrı fikrî bulunmayan bir insanın varlığı mümkün değildir. Şu veya bu şekilde herkesin zihninde böyle bir kavram vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru götürecektir. Nitekim bunları mutlak ateizmin imkânsızlığı bölümünde detaylı bir şekilde ele almış ve açıklamıştık. Dolayısıyla âlem kanıtına geçebiliriz.



b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

Ontolojik kanıtın yanında Tanrı'nın varlığını ispatlayan ve ateistleri çok zor durumda bırakan bir delil de kozmolojik kanıttır. Bu kanıt dünyamızın da içinde bulunduğu, her an tecrübe ettiğimiz âlemden (kozmos) hareketle bizleri Tanrı'nın varlığına götürmektedir.

Evrenin varlığı insanın üzerinde uzun uzadıya düşüncelere daldığı konuların başında gelir. Yıldızları, gezegenleri, güneş sistemleri, galaksileri, canlılar âlemi ve bilemediğimiz daha birçok yönüyle kâinat insanın karşısında durmaktadır. Kâinatın varlığı, oluşumu, değişimi, en küçük varlık biriminden (atom) tutun da en büyük galaksilere kadar her şeyin bir hareketlilik içerisinde bulunması insanın dikkatini çekmiş ve onu araştırmaya sevketmiştir. Kozmolojik kanıt evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına gitmekte ve bizlere olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı'nın bulunması gerektiğini söylemektedir.

Bu kanıt üzerinde sadece felsefeciler veya teologlar durmamıştır. Diğer insanlar da her fırsatta bu âlemin Tanrı'nın varlığına işaret ettiğini dile getirmişlerdir. Zaten yaratıcı Kur'ân'da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çarpıcı örnekler vermiştir: Kur'ân-ı Kerim'de müteaddit defalar, insanların seyahat etmeleri, gözlerini gökyüzüne çevirmeleri, doğayı seyretmeleri, canlılar âlemine bakmaları, âlemin işleyişini izlemeleri kısacası her şeyin nasıl olup bittiğine dikkat kesilmeleri istenmekte ve bu konuda onlar düşünmeye davet edilmektedir. İslâm düşünürleri de bu nedenle kozmolojik kanıta eserlerinde büyük yer vermiş ve Tanrı'nın varlığını bu yolla kanıtlamaya çalışmışlardır.

Kozmolojik kanıtın temel iddiası şudur: Evrenin gerçekten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni varkılan ve ona hayat veren de Tanrı'dır. Evrenin ezelden beri var olduğunu düşünmek imkânsızdır. Çünkü âleme baktığımızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün varlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı'dır.

Varlıklar kendi kendilerine var olma gücüne sahip değildir. Ayrıca bu varlıklar, var olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren dahil bütün sonlu varlıklar varolmalarını kendileri dışındaki bir varlığa (Tanrı'ya) borçludurlar. Dolayısıyla âleme ve bizlere hayat veren bir varlığın mevcudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Bu varlık Tanrı'dır. Evrenin var olması da, zorunlu varlığın yani Tanrı'nın varlığının kanıtıdır.

Kozmolojik kanıt ikinci olarak evrendeki hareket ve değişmenin nedenini araştırarak Tanrı'ya varmaktadır. Bilindiği gibi evrendeki nesneler hareket halinde olup, sürekli bir değişim ve oluşum içerisindedirler. Atom çekirdeğinden gök cisimlerinin işleyişine kadar bu hareketlilik gözlenmektedir. Ancak nesnelerin hareketliliği ve değişik biçimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Bunların böyle olması da imkânsızdır. Bu güç, yani hareket edebilme ve değişme gücü, kendilerine hareketin ve değişmenin ötesinde olan bir yüce varlık tarafından verilmiştir. Dolayısıyla evrendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara bu gücü veren bir Tanrı'dır.

Hareketin ve değişmenin olmadığı bir yaşam düşünülemez. Her şeyin statik ve durağan olduğu bir dünyada var oluş imkânsızdır. Kısa bir süre dahi olsa bizler dünyanın dönmediğini, gece ve gündüzün olmadığını, mevsimlerin gidip gelmediğini, bulutların hareket etmediğini, nehirlerin akmadığını veya vücudumuzdaki atardamarların ya da kalbimizin çalışmadığını düşünmek dahi mümkün değildir. Yaşamı var kılan Tanrı bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi vücudumuzu ve gerekse çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde düzenlemiştir. Doğrusu Tanrı sadece hareketin ve değişmenin arkasında değil, var olan güzelliğin ve intizamın arkasında da vardır.

Kozmolojik kanıt üçüncü olarak evrenin sonlu olmasından hareketle sonsuz olan bir varlığa işaret etmektedir. Bir nesnenin sonlu olması demek, o nesnenin zaman ve mekân dünyasında belli bir süreç içerisinde, var olması ve tekrar yok olmasıdır. Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm olan nesneler gerçek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aşkın ve sonsuz bir varlığa gereksinim vardır. Bu varlık ta Tanrı'dır.(48)

Dünyadaki herhangi bir varlığın sebebi başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu durumun bir süre böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve varolduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir.

Çevremize dikkatlice baktığımızda kendi hayatımız dahil olmak üzere pek çok şeyin zamana tâbi olduğunu, çeşitli evrelerden geçtikten sonra değiştiğini, eskidiğini, yaşlandığını ve kaybolduğunu görmekteyiz. Ancak bütün bunlar olurken bir yandan da her şeyin ötesinde değişmeyen, yok olmayan bir gücün varlığının gerekli olduğunu düşünürüz. Çünkü her şeyin sonlu olduğunu bir an için düşünsek bile bunun nereye kadar gideceğini kestirmemiz güç olacaktır. O zaman bu değişen ve sonlu olan âlemin nasıl var olduğunu ve hayatiyetini nasıl devam ettirdiğini sormamız gerekecektir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itibariyle yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı düşünmemiz gerekmektedir.

Tanrı zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır. O sürekli hareket halinde olan ve değişen evrenin yaratıcısıdır. Dolayısıyla sonlu olan bir evren, bu özelliği nedeniyle bizlere sonlu olmayan, ezelî ve ebedî olan bir varlığı, Tanrı'yı hatırlatmaktadır.

Bir kısım insanlar, yaratıcı özelliği bulunmayan buna karşın kendileri gibi ölümlü olan varlıkları (hatta bazan konuşmaktan ve iş yapmaktan âciz olan cansız varlıkları) sanki olağan üstü bir güce sahiplermiş gibi kutsamış, buna karşın gerçek yaratıcıyı unutmuşlardır. Kur'ân ise her fırsatta bizlere âlemin yaratılmış ve sonlu olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca eski milletlerden bir kısım insanların bazı sonlu varlıkları kendilerine Tanrı edindiklerini ancak bunun çok gülünç ve beyhude olduğunu da ifade etmiştir. Kur'ân bu konuya Hz. İbrâhim'in şahsında güzel bir örnek vermektedir.

Hz. İbrâhim, başta babası olmak üzere pek çok kişinin putlara ve gök cisimlerine tapmalarını bir türlü içine sindirememiş ve onlara şiddetli tepki göstermiştir. O içerisinde yaşadığı toplumun inancına katılmamış, sırasıyla, gece ortaya çıkıp parlayan ancak gündüz kaybolan yıldızların, zamanı geldiğinde parlayan bir süre sonra kaybolan ayın, ya da şafak vakti doğan ancak akşam vakti batan güneşin hiçbir zaman Tanrı olamayacağını düşünmüş, gerçekten tapılmaya lâyık olan tek varlığın ise sadece Tanrı olduğuna kanaat getirmiştir (Enâm 75-79).

Hz. İbrâhim'in bu muhakemesi asırlarca insanlara güzel bir örnek olmuş ve onlara yol göstermiştir. Tanrı'ya inanan bir insanın zihnî berraklığını ve çok eski asırlarda dahi olmasına rağmen pozitif ilme olan yatkınlığını sergileyen bu tutum, günümüzde de bizler için övünülecek bir durum ortaya koymuştur. Böyle bir anlayışın, hurafelerin ve bâtıl inançların ne kadar uzağında olduğu da unutulmamalıdır. Çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin, gökyüzü cisimlerini müşahadeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değilde, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım menfaatlar ummaları, İbrâhim Peygamber'in ne kadar anlamlı bir düşünce sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. İbrâhim'in muhakemesinde önemli olan unsurlardan biri de âlemin ve âlemin içerisinde Tanrılaştırılan şeylerin zayıf ve ölümlü olmaları gerçeğidir. Yani kendi başlarına dahi var olamayan bir varlığın tapılmaya lâyık olmadığıdır. Dolayısıyla gerçek yaratıcı dururken bu ve benzeri nesnelere tapmanın izah edilecek bir tarafı bulunmamaktadır

Hz. İbrâhim'in bu akıl yürütmesi birçok gerçeği daha ortaya koymaktadır. Birincisi ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı inancı ya da Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki korkudan ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbrâhim ve onun gibi düşünen insanlar (monoteist-tektanrıcılar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tam tersine onların korkulacak ve tapılacak birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir.

İkinci olarak bu örnek ateistlerin gerek insan ve gerekse inanç hakkındaki evrimle ilgili görüşlerini de yıkmıştır. Ateistlere göre "İnsan gerek fiziksel olarak ve gerekse düşünsel olarak basit bir yapıdan daha karmaşık bir yapıya doğru ilerlemiş ve günden güne de olgunlaşmıştır. İlk yıllarında çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir vs.”

İbrâhim Peygamber'in de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır. Bir kısım insanlar daha sonra fikir değiştirmiş ve dinden uzaklaşmışlardır. Belki bazıları da putperestliğe ve paganizme yönelmiştir. Ancak bu durum tarih boyunca tek Tanrı inancının önemini, üstünlüğünü ve yaygınlığını gölgeleyecek bir şey değildir.

Tanrı, evreni yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunlarını da belirlemiştir. Bu da açık ve seçik bir şekilde tarafımızdan müşahade edilmektedir. Meselâ bizlere sıradan gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, suyun kaldırma gücü, nefes almamıza imkân tanıyan atmosferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı, ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın bizlere ürün verme gücü olmasaydı halimiz ne olurdu? Bunlarsız bir yaşam düşünülebilir miydi? Yine kendi bedenimizdeki uzuvların görevlerini bir an için yerine getirmediklerini düşünelim. Meselâ göz görmez, kalp çalışmaz, mide sindirmez, ya da sinir sistemi bozulursa dahası aklımızı kaybedersek ne gibi durumlarla karşılaşabileceğimizi tahmin edebiliyor muyuz? Halbuki bütün bunların hiç aksamadan devam ettiğini ve her şeyin kendine verilen görevleri yerine getirdiğini açıkça müşahade etmekteyiz. Bu durum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için gerekli koşulları oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir.

Yüzyılımızda görülen bilimsel ilerlemeler, yeni buluşlar ve uzay çalışmalarında elde edilen yeni keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Çünkü gelinen bilimsel seviyeler bizlere âlemde tesadüfün olamayacağını, aksine her şeyin planlı ve programlı olarak düzenlendiğini göstermektedir. Kısacası bir gücün her şeyi planladığını, yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini kanıtlamak-tadır. İnsanın da bu düzeni görmesi ve bundan ders alarak o yüce gücün varlığı karşısında hayranlık duyması kaçınılmazdır.

Sonuç itibariyle evrenin varlığından hareketle Tanrı'nın varlığının kanıtlanma girişimleri de ateistlerce eleştiriye uğramıştır. Ancak ateistlerin bu konuda dindarların iddialarını çürütebilecek alternatif bir görüş ileri sürmeleri de kolay olmayacaktır. Evrenin varlığı, içeriği ve yasaları, amacı, materyalistlerin yaptığı gibi sadece maddî nedenlerle açıklanacak kadar basit bir yapı arzetmemektedir. Dolayısıyla evrendeki olaylar karşısında insanda Tanrı fikrinin doğması kadar tabii bir şey olamaz. Aslında böyle içgüdüsel bir düşünceyi ya da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da âşikârdır. İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanatimizce kâinat karşısında kendini Tanrı'ya götüren ve O'nu düşündüren duygularını bastırması ve yok saymasıdır.

Günümüzde İnsan bilimsel ilerlemeler sağlamış ve günlük yaşamını daha düzenli hale getirmiştir. Geçmişte yaşayanlara kıyasla pek çok konuda daha iyi bir yere gelmiş ve teknik açıdan dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. XX. yüzyılın başında bu ilerlemeler pozitivizmin etkisiyle insanın dinden uzaklaşmasına ve kendi kendine yeter olduğuna dair bir yanılgıya düşmesine yol açmıştır. Bu süreç insanın dünyanın dışına çıkıp aya ayak basmasına ve bir anda her şeyin üstesinden gelebileceği inancına kapılmasına kadar devam etmiştir. Ancak evrenin keşfi anlamında bir pencere olan uzay çalışmaları ve aya gidiş, dinden uzaklaşan ve kendini büyük gören İnsana (evrenin büyüklüğü karşısında) küçüklüğünü hatırlatmış ve daha temkinli davranmasını öğretmiştir. İnsan da içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve galaksiyi barındıran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir nokta kadar küçük olduğunu müşahade etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir manzara karşısında "şans" ve "raslantı" gibi kavramları tekrar gözden geçirme ihtiyacını hissetmiş artık böyle bir açıklama yapmanın anlamsız olacağını görmeye başlamıştır. Nitekim insana kâinatta rastlantıların olmadığını öğreten buna karşın nesneler dünyasında bir düzenin bulunduğunu gösteren de yine bilimsel çalışmalar olmuştur.

Kozmolojik kanıttan sonra bizleri Tanrı'nın varlığına götüren diğer bir düşünce de evrende görmüş olduğumuz, düzeni, intizamı, estetiği ve amaçlılığı ön plana çıkaran teleolojik kanıttır.

Kozmolojik kanıt bizlere bir anlamda kozmostan ve dünyamızın dış görünümünden hareketle Tanrı'nın varlığını düşündürüyordu. Teleolojik kanıt ise daha ziyade kâinatın iç yapısından, orada görülen intizamdan ve güzelliklerden hareketle bizleri Tanrı'nın varlığına götürmektedir.



c. Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)

Buraya kadar görmüş olduğumuz deliller anlaşılır olup daha ziyade aklî muhakemeyi gerektiren ispat şekilleri idi. Nizam ve gaye delili ise ağırlıklı olarak duyguya ve göze hitap etmektedir. Bu yönüyle daha fazla insanın dikkatini çekebilecek bir yapıdadır. Hatta ateistlerin üzerinde dahi etkili olabilecek ve onları kolaylıkla ikna edebilecek bir kanıttır. Zaten bu kanıtın iddialarını reddeden bir ateistin başka bir vesileyle inanma ihtimali çok zayıftır. Bu noktadan sonra hâlâ reddetmeye devam eden bir insanın önünde de yığınla ideolojik saplantılar, var sayımlar ve psikolojik ön yargılar var demektir.

Teleolojik kanıt da denilen bu ispat şekline göre âlemde bir düzen vardır. Tanrı'nın varlığına inansın veya inanmasın hemen hemen herkes bu düzenin farkındadır. Kâinattaki bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duymamaktadır. Meselâ dünyamız başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler.

İnsan başta olmak üzere bütün canlılar âlemi de bir düzen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını devam ettirmektedirler. Dünyamızdaki bütün doğal olaylar belli bir düzen ve intizam içerisinde oluşmakta, gelişmekte ve devam etmektedir. Yeryüzünde, denizlerde ve atmosferde bir düzenin varlığı müşahede edilmekte, canlı varlıkların da yine belirli yasalar çerçevesinde hiçbir aksama olmadan yüzdükleri, yürüdükleri ya da uçabildikleri görülmektedir. Düşünebilen herkesin rahatlıkla gördüğü bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını haber vermektedir.

Dünyanın değişik kültürlerinde yetişen insanlar çeşitli şekillerde bu düzeni ve estetiği dile getirmekte, onunla ilgili felsefî, edebî veya dinî eserler yazmaktadır. İnsan benzer duygular içerisinde yaşadığı dünyayı algılamış ve içi aşk dolu kitaplar kaleme almıştır. Bir şairin şiiriyle, ressamın resmiyle ya da mimarın eseriyle duygulanan İnsan, Tanrı'nın sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş ve daima hayranlığını ifade etmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi birçok ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla inkârdan vazgeçmiş ve Tanrı'nın varlığına kanaat getirmiştir. Yine âlemdeki mecut intizam ve estetikten hareketle pek çok filozof da mutlak ateizmin mümkün olmadığı düşüncesine ulaşmıştır.

Teleolojik kanıtın önemle üzerinde durduğu konu evrendeki düzen, intizam, canlı ve cansız varlıklarda görülen gaye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindî (v. 866) , Farabî (v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazzâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış ve Tanrı'nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:

Filozoflar bu kanıt çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tanrı'nın varlığına ulaşmışlardır. Bazan da Tanrı'nın varlığından ve niteliklerinden hareket ederek evrendeki düzen, gaye ve güzelliği açıklama yoluna gitmişlerdir. Yani onlar her fırsatta ya âlemin nizamından ve intizamından bahsederek Tanrı'nın varlığına gitmiş ya da Tanrı'nın inâyetini, adaletini, cömertliğini ve güzelliğini anlatırken sözü evrenin yapısına getirmiş ve görüşlerini bu yolla açıklamaya çalışmışlardır.(49)

Meselâ Kindî âlemdeki varlıklarda bir düzen, âhenk, irtibat, güzellik ve amaç bulunduğunu dile getirmiştir.(50) Kindî'ye göre evrenin mükemmel yapısı, düzeni, parçalarının birbiriyle olan ahenkli irtibatı, her şeyin iyiyi koruyacak, kötüyü yok edecek tarzda düzenlenmesi, ilim sahibi bir düzenleyicinin varlığının en iyi işaretidir.

Fârâbî ve İbn Sina da eserlerinde evrenin düzenine ve güzelliğine işaret etmişlerdir. Fârâbî'ye göre Tanrı, âlemin düzenleyicisidir. Evren de bu ilâhî düzenin eseri olarak vardır. Bu nizamda da ilâhî adalet tecelli ettiği için orada adaletsizlik söz konusu değildir. Yine Gazzâlî'ye göre Tanrı evrende hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmamıştır.İnsan vücudundaki azaların birbirine bağımlı ve uyumlu olması gibi evrendeki her şeyde bir uyum ve ahenk söz konusudur. Dolayısıyla önemli olan şey evrene ibretle bakmak ve bütün varlıklardaki hikmeti görmektir.(51)

İslâm düşünürleri arasında teleolojik kanıta en fazla önem veren İbn Rüşd olmuştur. İbn Rüşd ilk olarak "inâyet” kavramını öne çıkartmış, bütün varlıkların insan için uygun bir tarzda düzenlendiğini ve bu düzenin de irade sahibi bir varlığın eseri olduğunu belirtmiştir. Evrendeki uygunluğun da kendi başına ve tesadüfen olamayacağını iddia etmiştir. İkinci olarak "ihtira" kavramından söz etmiş, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar başta olmak üzere evrende var olan her şeyin yaratıldığını ve bütün bunların bir yaratıcıya ihtiyacı bulunduğunu ifade etmiştir.(52)

William Paley ve F. R. Tennant gibi Batı'daki Hıristiyan düşünürler de teleolojik kanıtı ele almış ve bu yolla Tanrı'nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:

W. Paley'e göre yerde bulduğumuz bir saat, yine rastlantı sonucu yerde karşılaştığımız herhangi bir taş parçasının durumundan farklıdır. Çünkü saatin parçacıklardan oluştuğunu ve her bir parçacığın da dikkatle işlenip bir düzen içerisinde bir araya getirildiğini görürüz. Bu da bizlere evrenin durumunu göstermektedir. Evren de tıpkı bir saat gibi akıl ve irade sahibi bir varlık tarafından tertip edilmiş ve düzenlenmiştir.(53) Yine Paley'e göre insan gözü saat örneğini en güzel bir biçimde doğrulamaktadır. Görme organı olan gözün değişik parçaları karmaşık bir yapı içerisinde insanın görmesine olanak tanıyacak bir biçimde tertip edilmiştir. Gözün bu düzeni bizlere akıl ve irade sahibi bir varlığı haber vermektedir.(54)

Paley'in gerek saat örneği ve gerekse insan gözüyle ilgili verdiği örnek herkesin bildiği şeyler olmakla birlikte gerçekten çok önemli ve etkileyici şeylerdir. Gözün yanında insan vücudundaki beyin ve kalp olmak üzere diğer uzuvların işleyişi de ders ve ibret alınması gereken örnekler-dendir. Ne var ki İnsan elde ettiği nimet ve güzelliklerin değerini zamanla unutmakta ve kozmik güzelliklerin sıradan bir şey olduğunu düşünebilmektedir.

Başka hiçbir şeye gerek duymadan insan vücudu üzerinde düşünülmesi dahi bizleri Tanrı'nın varlığına götürebilecek bir kanıttır. Sadece fiziksel ya da biyolojik yapısıyla değil kalbi, ahlâkî ve vicdani yönüyle, estetiği ve uzuvların yerli yerinde oluşuyla da insan yaratıcının varlığına işarettir. Düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, hayal gücü olan, sevebilen, hisseden ve duygulanabilen yapısıyla insan yaratıcının en büyük eseridir. .

F. R. Tennant da adaptasyon kavramını öne çıkartmış canlı ve cansız varlıklarda görülen âhenge dikkat çekmiştir:

O'na göre karşımızda, kaos halinde olan ve kendi başına başı boş bir evren bulunmamaktadır. Çünkü evren, veya kozmos şöyle ya da böyle anlaşılır bir durumdadır. Yani evrenin kendine göre belirli yasaları, işleyiş kuralları ve özellikleri vardır. Bunu anlamak o kadar da zor değildir.

Gaye ve nizam delili bu kadar güçlü olmasına rağmen bazı çevrelerden tepkiyle karşılaşmış ve eleştirilmiştir. Bu eleştirilerden bazıları doğrudan teleolojik kanıtın iddialarına yöneltildiği gibi bazıları da bilimsel çalışmaların kasıtlı olarak dinî inançlarla karşı karşıya getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bazı filozoflar âlemdeki düzen ve güzelliği kabul etmekle birlikte bunun arkasında Tanrı'nın değil de doğanın bulunduğunu belirtmiş, bazıları ise âlemde kötülüklerin de bulunduğunu ileri sürerek Tanrı'nın varlığını reddetmeye çalışmışlardır.

Teleolojik kanıta yapılan ve bilimsel olduğu iddia edilen itirazların başında C. R. Darwin'in (1809-1882) fikirleri bulunmaktadır. Darwin'in biyoloji ilmiyle ilgili çalışmaları bir kısım insanlar tarafından dinin yaratılış inancına karşı sanki bir alternatif görüşmüş gibi kabullenilmiş bu yolla teleolojik kanıtın sarsılacağı ve yıkılacağı varsayılmıştır. Ancak bu düşünce uzun sürmemiş, iddiaların aksine Darwin'in ateist olmadığı(55) ve eserlerinde de insanın evriminden bahsetmediği görülmüştür. Ancak Darwin'in ölümünden sonra bilimsel var sayım niteliğinde olan fikirleri bazı arkadaşlarınca geliştirilmiş ve ideolojik olarak dinin aleyhinde kullanılmıştır.

Darwin'e göre bugünkü canlı yapılar doğal bir süreç içerisinde basit bir organizmadan gelmişlerdir. Canlı hücreler de nesilden nesile genetik değişime uğramaktadırlar. O'na göre değişmenin arkasında da birtakım doğal gereksinimler yatmaktadır. Canlı varlık bu değişim sürecinde yaşam mücadelesi vermekte, çevresine uyum sağlamaya ve dolayısıyla ayakta kalmaya çalışmaktadır. Ne var ki bu süreç içerisinde güçlü canlıların yaşamlarını devam ettirebilme şansları, diğerlerine nazaran daha fazla olmaktadır. Buna karşılık çevreye adapte olamayan, uyum gösteremeyen zayıf canlılar ise yok olup gitmektedir.(56)

Darwin'in bu görüşü bazılarınca dinin yaratma anlayışını sarsıntıya uğratmıştır. Ancak Darwin'in canlıların oluşumuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapması ve birtakım teoriler ileri sürmesiyle dinin yaratma, düzen ve intizam anlayışı zorunlu olarak birbiriyle çatışma durumunda değildir. Henüz canlı bir hücrenin kendi kendine oluştuğu iddiası doğrulanamadığı gibi doğada her zaman güçlü-zayıf mücadelesi de görülmemiştir.

İnsan fiziksel ve biyolojik yönü bulunan bir varlık olmanın yanında, ayrıca duygu, düşünce ve inanç yönlerine de sahip bir varlıktır. Dolayısıyla biyolojik açıklamalar yapmaya çalışan Darwin teorisi insanı ve diğer canlıları tamamen açıklamaktan yoksundur. İnsanı bütün yönleriyle açıklayamayan Darwin teorisi yaşamı da izah etmekten uzaktır. Bizler sadece birer biyolojik canlı varlık mıyız? Bütün bu varlıklar niçin vardır? Her şey bir tesadüf müdür? Niçin doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz?, Çocuklarımızı niçin eğitmeye ve yetiştirmeye çalışırız. Büyükleri niçin saymaya ve hoşnut tutmaya çabalarız. Niçin birbirimizin yardımına koşar, fedakârlık eder, özveride bulunuruz?. Niçin ekmeğimizi, dertlerimizi, sırlarımızı ve imkânlarımızı paylaşır, erdemli olmaya gayret gösteririz?. Bütün bu sorular Darwinizmin penceresinden bakıldığında cevapsız kalmaktadır.

Darwinizmde dinle problemli olan bir diğer önemli nokta da bu anlayışa göre nihaî anlamda amaçsız ve gayesiz bir hayat anlayışının kabul edilmiş olmasıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi dine göre insan amaçsız bir şekilde yaratılmış değildir. Sadece insanın değil topyekün bir şekilde âlemin yaratılmasının da amacı ve hikmeti bulunmaktadır. Şayet kâinatın içerisindeki varlıklar amaçsız ve gayesiz bir şekilde, tamamen biyolojik sâiklerle var olmuş olsalardı biz hiçbir zaman düzenden, estetikten ve sevgiden bahsedemeyecek, planlı ve programlı bir yaşam da göremeyecektik.

Darwinizmin yanı sıra nizam ve gaye deliline karşı geliştirilen bir diğer itiraz da kötülüklerin varlığından kaynaklanmıştır. Üzerinde durmamız gereken bu itiraza göre "Evren pek çok olumsuz durumları içermektedir. Çevremizde dağınıklık ve kaos mevcut olup sayısız kötülükler yaşanmaktadır. Dolayısıyla kötülükler ile dinî görüşlerin arasında çelişkiler bulunmaktadır” Bu ve benzeri düşüncelerin gerçeği yansıtmadığı ve abartılı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Evrendeki düzen ve intizamdan, canlılar dünyasındaki güzellik, estetik ve merhametten Tanrı'nın varlığına gidemeyen ve gidilmesini de eleştiren bazı insanların olumsuz manzaralar karşısında alelacele dini yalanlamaya çalışmaları kabul edilebilir bir durum değildir. Kaldıki bu tutum onların zayıflıklarına ve tutarsızlıklarına işarettir.



Kötülük Problemi ve Ateizm

Kötülüklerin varlığı bazan dünyanın güzel olmadığını göstermek için bazan da Tanrı'nın var olmadığını ispatlamak için kullanılmıştır. Genelde hayatı sıkıntıyla geçen kişilerin ileri sürdüğü bu itiraz bazı dönemlerde çok etkili olmuş ve birçok insanın zihnini meşgul etmiştir. Ancak Tanrı'nın varlığına inanan insanların da bir yere kadar kabul ettiği bu problemin ateizme bir gerekçe olarak gösterilmesi mümkün değildir. Meydana gelen kötü olaylar, ateist olsun veya olmasınhemen hemen herkesin mustarip olduğu ve istemediği olaylardır. Âlemde gerek doğal olaylar açısından ve gerekse insanlar arasındaki ilişkilerde bazan düzen bozulmakta ve arzu edilmeyen acı olaylar yaşanmaktadır. Bunların arasında da öncelikle deprem, yangın, sel, hastalık, savaş, zulüm ve haksızlık gibi olaylar gelmektedir.

Kötülüklerin bir kısmı tabiatla ilgili olup bizim dışımızda gelişmektedir. Kaldı ki biz bunların niçin ve nasıl oluştuğunu da hâlâ tam manasıyla bilmemekteyiz. Ancak alınan tedbirlerle bu felâketlerin zararları da en aza indirgenebilmektedir. Dolayısıyla insanın hazırlıklı olduğu takdirde büyük oranda bunlardan kaçınabilmesi mümkündür. Kötülüklerin bir kısmı ise doğrudan insanla ilgili olan hatta insanın bizzat kendinin rol oynadığı olaylardır. Dolayısıyla bunlardan Tanrı'nın yokluğunun çıkartılması mümkün değildir.

Karşılaşılan kötülüklerin çoğunluğunun insan unsurundan kaynaklandığı görülmektedir. İnsan Tanrı tarafından yaratılırken ona akıl ve irade verilmiştir. Kendine iyinin ve kötünün ne olduğu öğretilmiş ve ahlâklı olması tavsiye edilmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen gerek doğaya ve gerekse bütün canlılara (dil, din ve ırk farkı gözetmeksizin) en büyük kötülüğü yapan yine insanın kendisi olmuştur. Hemcinsini öldüren, ona zulmeden, malını çalan, çocuklarını aç bırakan, bir diğerinin kalbini yaralayan insandan başkası değildir. Dolayısıyla karşılaştığımız kötülüklerin çoğunda birinci derecede insanın kendisi rol oynamaktadır. Bunu göz ardı etmemek gerekmektedir. İslâm'a göre canlılara en çok zulmeden ve kötülük yapan kişilerin âhiret gününde en ağır cezalara çarptırılacak olmaları da bunun kanıtıdır.

Tanrı'nın kendine vermiş olduğu doğayı güzelce paylaşmak ve herkesin istifadesine sunmak yerine onu tahrip eden ve yaşanmaz kılan da yine insanın kendi olmuştur. Bunları görmek için olağan üstü bir yeteneğe sahip olmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bütün bunlar karşısında kötülüklerin altında yatan etmenleri daha iyi görebilmemiz ve olayları olduğu şekliyle değerlendirmemiz gerekmektedir. Sonuç itibariyle kötülükler karşısında sorgulanması gereken öncelikle insanın kendisidir. Bazı ateistlerin yaptığı gibi olup bitenden Tanrı'yı sorumlu tutmak insanın kendi sorumsuzluğunun bir örneğidir.

Tanrı'nın varlığına inananlar, insan faktörünün yanında, âlemde cereyan eden kötülüklerin varlığıyla, Tanrı anlayışını uzlaştıran birtakım tezler de ileri sürmüşlerdir. Bu tezlerin en başta geleni, tahmin edilebileceği gibi, iyinin daha çok kötünün ise daha az olduğu görüşüdür. Yani bir anlamda âlemde kötülüğün hâkim olmadığı aksine dünyanın iyiliklerle dolu olduğu inancıdır. Bu iyilikler insanın yaratılışından (doğuşundan) itibaren başlamakta gökyüzündeki gezegenlerin işleyişine kadar devam etmektedir. Denizin altındaki varlıklardan, gökyüzünde uçan kuşlara kadar uzanmaktadır. Kötülükler ise bazı gerekçelerle bu düzenin aksaması, duraklaması veya kesilmesidir. Dolayısıyla kötülüklerin kendi başına bir varlığı bulunmamaktadır.

İnsan güzel bir şekilde yaratılmış ona pek çok zenginlik verilmiş ayrıca doğasına merhamet, şefkat, iyilik, sevgi ve aşk gibi hasletler işlenmiştir. Dolayısıyla O yaratılışından kötü bir varlık değildir. Bir çocuğun çevresinden etkilenmeden önce yalan söylememesi, hırsızlık yapmaması, doğruyu konuşması, kötü söz söylememesi gibi hususlar, bunun en güzel kanıtıdır.

Başlangıçta tertemiz olan denizleri ve atmosferi kirleten insanın kendisi olmuştur. Ormanları yok eden ve yakan, doğaya zenginlik katan binbir çeşit hayvanı çeşitli gerekçelerle katleden ve ortadan kaldıran, bütün canlıların yaşamına olanak tanıyan atmosferi kirleten, yaşam için kaçınılmaz olan birtakım âlet ve gereci, teknolojiyi, kasıtlı olarak canlıların zararına kullanan, bırakınız savunmasız zavallı hayvancıkları, kendi neslini dahi acımasızca yok eden yine insanın kendisi olmuştur.

Bütün bu olup bitenlerden sonra ateistlerin günah keçisi araması gülünç olacaktır. Kaldı ki bu bozgunculuğun bir bedelinin olmamasını ya da eninde sonunda hesap gününün gelmeyeceğini düşünmek zor olacaktır. Yaşam ne bir tiyatro oyunu ne de bir rüyadır. Çekilen acı ve ıstıraplarda dramatik bir filmin parçaları değildir. Dolayısıyla varlığımız ve topyekün yaşamın kendisi, ciddiye alınması ve ilerde hesabının verileceğinin düşünülmesi gereken bir gerçektir.

Tanrı varlığını ve güzelliğini, bir çocuğun tebessümün-den, bir akvaryumun rengarenkliliğinden, uçan bir kuşun cıvıltısından, bir çiçeğin kokusundan ya da dolunayın göz kamaştıran parlaklılığından hissettirmektedir. Dolayısıyla topyekün bir şekilde bakıldığında âlemdeki düzen ve intizamı görmemek mümkün değildir. Bütün bunların karşısında karamsar olmak, âlemde bir kaosun varlığından söz etmek her şeyden önce insanın kendi aklına karşı yapacağı bir saygısızlık olacaktır. Zaten bu kadarını göremeyen bir insanın Tanrı'ya inanmasını beklemek de yersiz olacaktır.

Kötülüklerin varlığıyla ilgili diğer bir teze göre ise kötülükler iyiliğin elde edilmesi, bilinmesi ve takdiri için var kılınmıştır. Doğrusu her şeyin tamamen iyi olduğu bir dünyada, iyiliğin "iyi” olarak bilinmesi ve kıymetinin anlaşılması, mümkün olmayacaktır. Ayrıca yardım severlik, şefkat, sempati, kahramanlık, affetme duygusu ve faziletli olmak gibi hasletler kendi başlarına ortaya çıkabilecek durumlar değildir. Zaman zaman görülen acılar ve ıstıraplar da bu tür hasletlerin oluşması için zemin hazırlamaktadırlar.(57)

Yukarıda ifade edildiği gibi kötülüklerin oluşmasında insanların büyük rolü vardır. Bunun nedeni de insanın özgür irade sahibi olması ve bu iradesini zaman zaman kötüye kullanma ihtimalinin bulunmasıdır. Tanrı insana .i.özgür irade vermiş olup bu iradenin kullanımına da müdahale etmemektedir. Gerçi insana özgür irade verilirken ona iyiliği ve güzelliği araması tavsiye edilmiş buna karşın kötülükten iradesiyle kaçınması tavsiye edilmiştir. Ancak iyiyi elde etmesi için kendine özgür irade verilen insanın bu süreçte yanlış karar verme ihtimali de vardır. Çünkü insanın özgürce davranması doğal olarak hata yapma ve kötülüğe neden olma ihtimalini de içermektedir.(58)

İnsan bazan hata yapmakta ve birtakım olumsuz olaylara neden olmaktadır. Dolayısıyla Tanrı'nın insanlara zulmettiği ve kasten onların başına kötülükler verdiği inancı yanlıştır. İslâmiyet'e göre Tanrı öç almayı bekleyen ve insanların acı çekmesinden zevk alan bir varlık değildir. Öç almak, acı çektirmek ya da insanların mağduriyetinden zevk almak kâinatın yaratıcısının işi değildir. Bu tür şeyler olsa olsa gözü dönmüş, hırslı, kana susayan, çocukları öldürecek kadar vahşileşen zalimlerin işi olabilir. Tanrı, daima iyiliği istemektedir. Öyle olsaydı bizleri ve kâinatı yaratmazdı. Yine O kötülüklerin de bir an önce iyiye dönüştürülmesini ve insanların mutlu olmalarını dilemektedir. Acı çeksin veya çekmesin bütün insanlar Tanrı'nın kullarıdır. Var olmalarının temelinde de kötülük ve acı değil, iyilik ve sevgi bulunmak-tadır.

Sonuçta dünyada karşılaşılan fizikî kötülüklere karşı insan çalışıp tedbirini almalı, moral kötülüklere karşı da faziletli ve erdemli bir kişiliğe sahip olarak iyiliği hâkim kılmak için uğraşmalıdır. Zaten İslâm'a göre insanın Tanrı katındaki değeri de iyilikler uğrundaki gayretleri ve kötülüğü berteraf etmedeki çabalarıyla açığa çıkacaktır.

Kötülüklerin varlığını ateizme gerekçe olarak kabul etmeyen teistler onları dinle uzlaştırma ya da izah etme yoluna gitmişlerdir. Bunlara göre çekilen acı ve ıstıraplar hiç de anlamsız değildir. Tam tersine bunlar din için hayâti bir önem taşımaktadır. Meselâ gerçek ve samimi olan inançlar trajedi karşısında açığa çıkmaktadır. Böyle zamanlarda insanlar yaşamın ağırlığını ve ciddiyetini hissetmekte ve tembelliği bir kenara bırakarak davranışlarına çeki düzen vermektedirler. Doğrusu sıkıntılı anlarda inançların kontrol edildiği ve ölçüldüğü bilinmektedir.(59)

Bazı dindarlara göre inançta samimiyet çok önemlidir. İnsanların Tanrı'ya olan inançlarında içten olup olmadıkları normal zamanlarda bilinmemektedir. Böyle zamanlarda insanlar durumlarının farkına varmakta ve seviyelerini ölçmektedirler. Ancak bu durum en azından İslâmiyet'e göre Tanrı'nın sevgisini kazanmanın yolunun belâlardan, acılardan ve trajik durumlardan geçtiği anlamına gelmez. Tanrı inancı böyle durumlarda elbetteki insanlara yardımcı olmakta, onların dayanmalarına ve ayakta durmalarına olanak sağlamaktadır. Ancak acı ve ıstıraplar karşısında böyle bir direnmenin Tanrı'nın katındaki değeriyle, O'nun sevgisini kazanmak için hiçbir gerekçe yokken acı çekmeye çalışmanın ya da tehlikelere atılmanın ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir. İslâm peygamberi en küçük bir canlıya dahi eziyeti yasaklamış ve onların öldürülmelerinden rahatsız olmuşken, insanın dinî gerekçelerle acı çekmesine veya çektirilmesine nasıl izin verebilir?

Kötülüklerin varlığı konusunda karşımıza kader meselesi de çıkmaktadır. Ancak bu konu çoğu zaman yanlış anlaşılmış veya anlatılmıştır. Tarihin bazı dönemlerinde Tanrı'nın varlığına inanan bazı insanlar acı ve ıstırapla karşılaştıklarında ümitsizliğe kapılarak bu dünyanın geçiçi olduğunu düşünmüş ve sadece cennette mutluluğun elde edilebileceğine kanaat getirmişlerdir. Dolayısıyla bu tür insanlar bazan kötülüklerle mücadelede pasif kalmış ve kendi kabuklarına çekilmiş, olup bitenlere de seyirci kalarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Halbuki din (İslâmiyet) ve Tanrı inancı, inanan insanların kötülükler karşısında yılmalarını, miskinleşmelerini, güçsüzleşmelerini, hastalıklı bir biçimde yaşamalarını, başkalarına bağımlı olmalarını, dünyadan el etek çekmelerini yasaklamıştır.

Karşılaştığımız kötü olaylar kendi şartlarında değerlendirilmeli ve öylece yorumlanmalıdır. Aslında bu gibi olaylar Tanrı'nın varlığını, var olması gerektiğini bir kat daha güçlendirmekte ve evrenin Tanrı'sız olamayacağı düşüncesini de pekiştirmektedir. Daha önce ifade edildiği gibi kötülüklerin ortaya çıkışı belirli bir düzenin bozulmasından veya aksamasından kaynaklanmaktadır. Ancak Tanrı olmasaydı zaten belirli bir düzenden, iyilikten veya güzellikten de söz edilemeyecekti. Böyle bir durumda da kötülük diye bir problem olmayacaktı. Sonuç olarak herkes için üzücü olan kötülüklerin varlığından hareketle inançsızlığa düşmek yerine evrene ve hayatımıza hâkim olan iyilikler ve güzelliklerden hareket ederek Tanrı'nın varlığına gitmek daha akılcı olacaktır.(60)



d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)

İnsanın ahlâkî ve psikolojik yapıları Tanrı'nın varlığı için önemli kanıtlardır. İnsan sadece fiziksel ve biyolojik fonksiyonları bulunan bir varlık değildir. Yine o sadece beyni bulunan bilgisayar gibi bir makine de değildir. Yaratıcı ona aklın ve beş duyunun yanında düşünce, tasvir, rüya, tahayyül, sezgi, ilham vb. birtakım özellikler de vermiştir. Bunun yanında o kalp, gönül, vicdan vb. gibi mânevî güçlerle donatılmıştır. İnsan bu güçler sayesinde aşk, sevgi, iyilik, acıma, şefkat veya ülfet gibi iç zenginliklere sahip olmuştur. Sahip olunan bu zenginlikler de insana yüce bir güç tarafından verilmiştir. Aksi takdirde insanın böyle bir zenginliğe sahip olması mümkün değildir.

Sadece insanlarda değil, bütün canlılarda var olan aşk ve sevginin, sadakat ve vefa duygusunun arkasında (kaynağında) Tanrı'nın sevgisi yatmaktadır. Zaten aşk ve sevgi dolu olan Tanrı, insanın karakterine bu hasletleri işlemiştir. İnsanın bunları başka yerden (doğadan) alması mümkün değildir.

İçimizdeki ulvî ve ahlâkî duyguların da bir kaynağı olmalıdır. Bu kaynak da Tanrı'nın bizzat kendisidir. Meselâ canlı varlıklardaki anne şefkatinin karşısında duygulanmayan bir kişi düşünülemez. Böyle bir şefkatin karşısında Tanrı'yı hatırlamayan bir kişinin de vicdanından söz edilemez. Ne yazık ki insan Tanrı'nın kendine verdiği bu güzel hasletleri bazan unutmakta, ihmal etmekte ya da yerlerine kin ve nefreti koymaktadır. Mevcut aşk ve sevgi düzenini bozarak bir başkasına karşı insafsızca muamele de bulunabilmektedir. Ancak her şeye rağmen bu noktada dahi birçok insan kendini bırakmamakta, yaşama küsmemekte, inancını yitirmemekte ve ayakta kalabilmektedir. Bütün bunların kaynağında da Tanrı inancının yattığı muhakkaktır.

İnsanı Tanrı'nın varlığına götüren bir diğer kanıt da yaşamış olduğu psikolojik durumlardır. Bu durumların büyük çoğunluğu da temelde mistik olan dinî tecrübelerdir. Dinî tecrübeler pek çok insan için din açısından hayatî derecede önemli görülmektedir. Bu kişiler için din sadece aklî bir faaliyet olmayıp yaşanması gereken derunî bir tecrübedir de. Bu tecrübeler sayesinde insan inancını pekiştirmekte ve Tanrı'nın varlığından emin olmaktadır.

Ancak dinî tecrübe kanıtı psikolojik boyutu olan ve sübjektif yönü ağır basan bir kanıttır. Bir anlamda kişiye özgü olup dışarıdan test imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu kanıt sayesinde bir başkasına Tanrı'nın varlığını ispatlama imkânı bulunmamaktadır. Ancak aynı şekilde bir başkasının da bu tecrübeyi yalanlama şansı yoktur. Çünkü bir insanın dışarıdan böyle bir olayın geçmediğini iddia etmesi için o tecrübeyi yaşayan insanın iç dünyasına vâkıf olması gerekmektedir. Böyle bir durum henüz söz konusu değildir. Dolayısıyla burada tecrübeyi yaşayan kişinin ifadesi önemli olmaktadır. Milyonlarca insan böyle bir tecrübeyi yaşadığını, sezerek, hissederek, etkilenerek Tanrı'nın varlığına şâhid olduklarını iddia etmektedirler. Dolayısıyla dikkate alınmaları kaçınılmazdır.

Buraya kadar görülen kanıtların özünde Tanrı inancının akla ve mantığa uygunluğu yatmaktadır. Ancak görüldüğü gibi inanmak da sadece zihnî bir faaliyet değildir. Aklî yönüyle birlikte dinin psikolojik boyutu da bulunmaktadır. Zaten duygu yönü bulunmayan bir inançtan da söz edilemez. Öyle olsaydı o inanç sadece teorik bir kabul olarak kalırdı. Halbuki pek çok insan kendi iç dünyasında birtakım duyguları yaşamakta, zaman zaman da bunlardan etkilenmektedirler. Bazan da bir olay karşısında, bir şok anında, mutlu veya mutsuz bir zamanında Tanrı'nın varlığını hissettiklerini hatta onunla beraber olduklarını söylemektedir-ler. İnsanlar yaşamış oldukları bu tecrübelerle Tanrı'nın varlığından emin olmakta, onu benliklerinde, şuurlarında ve kalplerinde hissetmekte, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Yine bu kişilerin büyük bir çoğunluğu günlük yaşamın meşguliyetinden kendini arındırmakta, hırslarına ve tutkularına engel olmaya çalışmaktadırlar. Dünyevî menfaatler için insanlarla mücadele etmemeye, kalp kırmamaya, kimseyi ezmemeye gayret göstermekte, tevazuu kendilerine ilke edinerek kibirden ve kabalıktan da uzak durmaktadırlar. Bu yönleriyle dinî tecrübe kanıtına ve dolayısıyla inancın psikolojik yönüne ağırlık veren kişiler diğer insanlardan ayrılmakta ve kendilerine özgü bir yaşam biçimine girmekte-dirler.

Pek çok ortak yönü bulunmasına rağmen dinî tecrübe kavramı Batı'da ve İslâm dünyasında aynı şeyleri ifade etmemiştir. Bu kavram Batı'da, insanların Tanrı (İsa), Hz. Meryem, diğer aziz ve azizelerle, uyanık veya uykuda (rüyada) iken karşılaşmak, onlarla konuşmak ve birlikte olmaktır. Hıristiyan dünyasında çoğunlukla insanların dindarlığı da bu şekilde başlamaktadır. İslâm dünyasında ise, dinî tecrübe kavramı, inancın kalple yaşanan ve insana mutluluk veren duygu boyutu anlamına gelmektedir. Yani dinin aşkla ve sevgiyle yaşanması olayıdır. Tanrı'nın yüce bir varlık ve yüce bir yaratıcı olarak düşünülmesi, var olan her şeye de muhabbetle ve onun eseri gözüyle bakılması demektir. Bu durumu yaşantılarında gerçekleştiren ve yazdıkları şiirlerle en güzel örneklerini verenlerin arasında Yûnus Emre, Mevlâna (ö.1273) ve Ahmed Yesevî (1083-1166)(61) gibi ünlü düşünürler bulunmaktadır. Dolayısıyla dinî tecrübe insanın inandığı şeyle derunî bir hal içerisine girip o işten ve inandığı varlığın dostluğundan zevk almasıdır.

Başta Gazzâlî olmak üzere İslâm düşünürleri genelde imanın taklît, ilim ve zevk olmak üzere üç boyutu bulunduğundan bahsederler. Bunlara göre inanç esaslarının daha işin başında iken kabul edilmesine taklît denmektedir. İlim ise bu inançlarla ilgili bazı delillere ulaşmak, bilerek ve şuurunda olarak Tanrı'ya inanmaktır. Zevk ise inancın sadece bilgi düzeyinde kalmayıp yaşanması, ondan zevk alınması durumudur. Özellikle sûfîler bu son noktayı kendilerine hedef kabul etmiş ve insanları da o yöne gitmeleri için teşvik etmişlerdir. Batı dünyasında Bergson (1859-1941) başta olmak üzere pek çok düşünür inancın duygu yönüne büyük önem vermiş, bu konuda aklın yetersiz kaldığını söyleyerek kalbin ve derunî yaşamın öneminden bahsetmişlerdir.(62)

Ateistlerin dinî tecrübe konusunda söyleyecekleri fazla bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu bu noktada eleştiri getirmeleri de zordur. Çünkü bir insanın içinde olup bitenleri dışarıdan tahmin etmek ve neler cereyan ettiğini konuşmak mümkün değildir. Onların yapabilecekleri tek şey böyle bir tecrübeyi yaşayanları dinlemek ve onları anlamaya çalışmaktır. Ya da olumsuz bir tavır sergileyerek her şeyi baştan reddetmekten ibaret olacaktır. Ne yazık ki çoğunlukla da böyle olmuştur.

Ancak yüzyılımızda Tanrı'ya inanmasa da dinî tecrübeyi yaşayan insanı anlamaya çalışan ve onun neler hissettiğini öğrenmek isteyen düşünürler de çıkmıştır. Bu kişiler için önemli olan şey tecrübe olarak anlatılan şeylerin doğru olup olmadıkları değil, inancın o insanların üzerindeki etkileri ve icra ettiği fonksiyonlarıdır. Bu açıdan bakıldığında Tanrı inancının kişinin derunî yaşamında nasıl bir rol oynadığını görmek ve anlamak daha kolay olacaktır.



e. Ahlâk Delili

Rasyonel ve psikolojik yönleriyle Tanrı'nın varlığına giden insan, bir başka yönüyle de aynı neticeye varabilmiş ve bu inancını ispatlayabilmiştir. O yön de insanın ahlâkî bir varlık olmasıdır. Bu özelliği sayesinde insan "iyilik” "güzellik”, "doğruluk”, "adalet” ve "hakkaniyet” gibi kavramlara sahip olmuş, pratikte de bunları tesis etmeye çalışmıştır.

Bütün yetenek ve vasıflarıyla Tanrı'nın varlığına gitmeye muktedir olan insanın ahlâkî yönüyle bundan uzak kalması düşünülemezdi. İçimizdeki vicdan, merhamet, sadakat, şefkat, vefa ve acıma duygusu da diğerleriyle birlikte Tanrı'nın kalbimize yerleştirdiği ve doğamıza nakşettiği işaretler olmuştur. Yeri ve zamanı geldiğinde bu değerler uğruna insanların varlığını, canını ve malını dahi tehlikeye atması, pek çok şeyden vazgeçmesi ondaki Tanrı inancının gösterge-sidir.

İnsan sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşamaz. Yani hayat sadece yemek ve içmekten ibaret değildir. Tam tersine biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanması insan için amaç olmayıp birer araçtır. Bunlar birtakım ulvî amaçlara ulaşabilmesi için insana yardımcı olan ve ayakta tutan şeylerdir. Doğrusu insan gibi bir varlığın da sadece yemek ve içmek gibi bir amaçla varolmuş olması düşünülemez. Öyle olsaydı ortada çözülmesi gereken çok ciddi mantıkî problemler olurdu. Nitekim ormanda yaşayan ve günlük ihtiyaçlarını karşılayarak hayatını devam ettiren ve günü geldiğinde ortadan kaybolan canlı varlıkların durumunda bir anormallik görmemekteyiz. Hatta onların yaşamlarında dahi (kendi şartlarında) ahlâkî bir düzenin varlığını görmekte en zor zamanlarında dahi hemcinslerine sadakatte kusur işlemediklerini müşahade etmekteyiz. Dolayısıyla insandaki ahlâkî değerlerin varlığı o değerlerin bir kaynağı olarak Tanrı'nın varlığına büyük bir işarettir.(63)

Bir kısım düşünürler insanın ahlâkî yapısından hareketle Tanrı'nın varlığına giderken O'nu aynı zamanda ahlâkî yaşamın garantisi olarak görmüşlerdir. Meselâ ünlü Alman düşünürü Kant insanın mutlu olması gereken bir varlık olduğunu bunun da ahlâklı olmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Kant'a göre böyle olduğu takdirde insanoğlu ulaşabildiği en yüksek iyiyi de elde etmiş olacaktır. Ancak Kant'a göre mevcut şartlarda (maddi dünyada) ahlâkla mutluluğun bir araya gelmesi çok zordur. İçerisinde yaşadığımız dünya ve fizikî çevrede pek çok engeller bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun mevcut dünyamızda gerçekleşmesi imkânsızdır.

Kant'a göre insanın ahlâklı olarak mutluluğu yakalayabil-mesi ve mükemmel bir varlık olması için iki unsur gerekmektedir. Birincisi onun ölümsüz olması lâzımdır. Çünkü insanın şu anki yaşamı çok kısadır ve sorunlarla doludur. Sonuçta insan sonsuz bir yaşama sahip olmalıdır. İkincisi ve en önemlisi ise bunları kendine sağlayacak yüce bir gücün varlığı gerekmektedir. Bütün bunları düşünmenin yolu da evreni ahlâk kanunlarına göre idare eden mutlak bir varlığın tasavvurundan geçecektir.

Yine Kant'a göre ahlâkî ilkeler sadece ilke olarak kalmamalıdır. Onlar pratiğe dökülerek uygulanmalıdır. Bu ilkeler yaşama geçirildiği takdirde anlamlı olacaklardır. Bunun garantisi de ölümsüzlüğü bize kazandıracak olan Tanrı'nın varlığıdır. Görüldüğü gibi rasyonel ve geleneksel kanıtları eleştiren ve inancın akılla temellendirilemeyeceğini söyleyen Kant sonuçta başka bir yolla (ahlâk kanıtıyla) Tanrı'ya gitmiş ve O'nun varlığının gerekliliğine işaret etmiştir.(6
Tanrı'nın Varlığının Delilleri

Tanrı'nın varlığını kanıtlayan ve ateistlerin iddialarını boşa çıkaran deliller sırasıyla şunlardır:

a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

c. Nizam ve Gâye Delili (Teleolojik Kanıt)

d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)

e. Ahlâk Delili

Bu delillerin ortaya koyduğu iddialar bütünüyle ateizmi imkânsız kılmakta ve dayanaklarını yok etmektedir. Bir insanın bu kanıtları öğrendikten sonra ateist olması mümkün değildir. Her şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.

Daha önce ifade edildiği gibi, bu kanıtlar felsefî eserlerin konusu olmakla birlikte, herkesin düşünebileceği, hatta zorlanmadan daha güzel bir şekilde ifade edeceği aklî muhakemelerdir. Nitekim filozof olmadığı halde değişik branştan pek çok bilim adamının bu kanıtlarla ilgili ilginç düşünceleri bulunmaktadır. Bu da Tanrı'nın varlığının herkesin anlayabileceği bir şekilde açık ve seçik bir konu olduğunu ortaya koymaktadır.(43)

Şimdi bu kanıtları sırasıyla ele alabiliriz.



a. Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

Zaman zaman kendi varlığımızla ya da çevremizle ilgili düşüncelere dalarız. Özellikle yalnız kaldığımızda, kendi hayatımızı düşündüğümüzde, ya da bir gece vakti gökyüzünü seyrettiğimizde içimizde bazı duyguların oluştuğunu hissederiz. Bu süreçte zihnimizin derinliklerinde bir konunun varlığını farkeder ve bir süre sonra da onun üzerinde yoğunlaşırız. Bu konu çevremizdeki hiçbir şeyin plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikridir.

Kâinat karşısında içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olacağı düşüncesinden bir adım daha öteye götürerek, her şeyin arkasında bulunan bir varlık fikrine de götürür. İçimizdeki bir ses aynı zamanda bizlere bu varlığın sıradan bir varlık olamayacağını fısıldamaktadır. Çünkü karşımızda göz kamaştıran bir âlem durmaktadır. Bu âlem de bütün güzellikleriyle bizlere yüce bir varlığı haber vermektedir. O mükemmel varlık da Tanrı'nın kendisidir.

Her şeyin kendisiyle hayat bulmuş olduğu bir varlık fikrinin içimizde doğduğunu müşahade ederken diğer yandan böyle bir varlığın zorunlu olarak var olması gerektiğini iyice anlamaya başlarız. İşte bazan farkında olarak bazan da şuursuz bir şekilde içimizde hissettiğimiz bu yüce varlık fikrî Tanrı'nın varlığının en büyük kanıtıdır. Buna da "ontolojik kanıt”(44) (varlık delili) adı verilmektedir.

Ontolojik kanıt gerek Batı dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında önemsenen ve ateistlere karşı dile getirilen bir delildir. Her iki dünyada da çeşitli düşünürlerce Tanrı'nın, en mükemmel varlık olduğu ve varlığının bir nedeni bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu kanıtı dile getirenlerden St. Anselm (1033-1109) Tanrı'yı, "kendisinden daha mükemmeli kavranamayan varlık” olarak tanımlamış ve Tanrı'nın varlığını inkâr edenlerin zihninde dahi bu fikrin olduğunu iddia etmiştir. O, sadece zihinde var olan mükemmel varlık kavramının düşünülemeyeceğini belirtmiş ayrıca bu kavramın zihinde olduğu kadar dış dünyada da var olduğunu iddia etmiştir.(45)

Bu kanıtı dile getiren en önemli kişilerden biri de ünlü filozof Descartes'tır (1596-1650). Descartes'a göre bizler zihnimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı'nın kendisidir. Tanrı kavramı insan zihnindeki matematik bir kavram kadar açık ve seçiktir. Descartes'a göre Tanrı'nın yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Tanrı'nın var olması Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla O, hem zihni-mizde yer almakta hem de gerçek olarak var olmaktadır.(46)

Descartes'e göre zihnimizdeki en mükemmel varlık fikrinin bulunması Tanrı'nın varlığının bir ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. Olsa olsa bu kavram, mükemmel varlığın kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes'a göre kalplerimize kendi mührünü basmış ve en yetkin varlık kavramını içimize yerleştirmiştir.(47)

Ontolojik kanıta ateistler çeşitli şekillerde itiraz etmişlerdir. Ancak onların bu itirazları kanıtın gücünü zayıflatamamıştır. Çünkü söz konusu eleştiriler inanan insanların aklî muhakemelerini tartışmaktan ibaret kalmıştır. Ancak teorik olarak bir fikri tartışmak ya da karşıtını dile getirmek realitede de o şeyin doğruluğunu çürütmez. Meselâ annesiz ve babasız bir çocuğun olabileceği insanın aklına bir fikir olarak gelebilir. Ancak Tanrı'nın dilemesi dışında bunun böyle olmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Yine âlemin de bir yaratıcı olmadan var olabileceğini ve bugünkü durumuna gelebileceğini düşünmek bir fikir olarak akla gelebilir. Ancak bunun pratikte böyle olabileceğini düşünmek imkânsızdır. Bunun gibi Tanrı'nın da var olmadığını bazıları bir fikir olarak düşünebilir. Ancak bu kanaat bir fikirden ibaret kalır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü pratikte O'nsuz bir var oluş ve yaşam mümkün değildir.

Kendi varlığımızı ve içerisinde yaşadığımız âlemin gerçekliğini inkâr edemeyeceğimize göre yaratıcıyı da inkâr etmemiz mümkün değildir. Kaldı ki Tanrı var olmasaydı bizler de var olmayacaktık. Var olsaydık bile zihnimizde Tanrı kavramı olmayacaktı. İnansın veya inanmasın herkesin zihninde bu kavramın yer aldığı ortadadır. Dolayısıyla var olmayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimizde atılması veya yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin içimizde doğması ve bizlerin de onu düşünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kavrama sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmak-tayız.

Tanrı kavramının doğuştan gelmediği, zihnimize sonradan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareketle böyle bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıyla insanın iç dünyasının sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı'nın var olmadığını iddia etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır.

İnsanın kendi doğasında var olan Tanrı kavramını söküp atması kolay değildir. Böyle bir kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar öncesinden itibaren terkedilmesi, unutulması ve bugün de üzerinde durulmaması gerekecekti. Ancak bu konuda başarısız kalındığına ve Tanrı'ya inananların sayısı arttığına göre aşkın ve mükemmel olan yaratıcı Tanrı inancını reddetmenin ya da insanları böyle bir inançtan vazgeçirmeye çalışmanın anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı kesindir.

Ontolojik kanıt bir anlamda mutlak ateizmin de olamayacağını kanıtlamaktadır. Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi tabiatında Tanrı fikrî bulunmayan bir insanın varlığı mümkün değildir. Şu veya bu şekilde herkesin zihninde böyle bir kavram vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru götürecektir. Nitekim bunları mutlak ateizmin imkânsızlığı bölümünde detaylı bir şekilde ele almış ve açıklamıştık. Dolayısıyla âlem kanıtına geçebiliriz.



b. Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

Ontolojik kanıtın yanında Tanrı'nın varlığını ispatlayan ve ateistleri çok zor durumda bırakan bir delil de kozmolojik kanıttır. Bu kanıt dünyamızın da içinde bulunduğu, her an tecrübe ettiğimiz âlemden (kozmos) hareketle bizleri Tanrı'nın varlığına götürmektedir.

Evrenin varlığı insanın üzerinde uzun uzadıya düşüncelere daldığı konuların başında gelir. Yıldızları, gezegenleri, güneş sistemleri, galaksileri, canlılar âlemi ve bilemediğimiz daha birçok yönüyle kâinat insanın karşısında durmaktadır. Kâinatın varlığı, oluşumu, değişimi, en küçük varlık biriminden (atom) tutun da en büyük galaksilere kadar her şeyin bir hareketlilik içerisinde bulunması insanın dikkatini çekmiş ve onu araştırmaya sevketmiştir. Kozmolojik kanıt evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına gitmekte ve bizlere olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı'nın bulunması gerektiğini söylemektedir.

Bu kanıt üzerinde sadece felsefeciler veya teologlar durmamıştır. Diğer insanlar da her fırsatta bu âlemin Tanrı'nın varlığına işaret ettiğini dile getirmişlerdir. Zaten yaratıcı Kur'ân'da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çarpıcı örnekler vermiştir: Kur'ân-ı Kerim'de müteaddit defalar, insanların seyahat etmeleri, gözlerini gökyüzüne çevirmeleri, doğayı seyretmeleri, canlılar âlemine bakmaları, âlemin işleyişini izlemeleri kısacası her şeyin nasıl olup bittiğine dikkat kesilmeleri istenmekte ve bu konuda onlar düşünmeye davet edilmektedir. İslâm düşünürleri de bu nedenle kozmolojik kanıta eserlerinde büyük yer vermiş ve Tanrı'nın varlığını bu yolla kanıtlamaya çalışmışlardır.

Kozmolojik kanıtın temel iddiası şudur: Evrenin gerçekten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni varkılan ve ona hayat veren de Tanrı'dır. Evrenin ezelden beri var olduğunu düşünmek imkânsızdır. Çünkü âleme baktığımızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün varlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı'dır.

Varlıklar kendi kendilerine var olma gücüne sahip değildir. Ayrıca bu varlıklar, var olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren dahil bütün sonlu varlıklar varolmalarını kendileri dışındaki bir varlığa (Tanrı'ya) borçludurlar. Dolayısıyla âleme ve bizlere hayat veren bir varlığın mevcudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Bu varlık Tanrı'dır. Evrenin var olması da, zorunlu varlığın yani Tanrı'nın varlığının kanıtıdır.

Kozmolojik kanıt ikinci olarak evrendeki hareket ve değişmenin nedenini araştırarak Tanrı'ya varmaktadır. Bilindiği gibi evrendeki nesneler hareket halinde olup, sürekli bir değişim ve oluşum içerisindedirler. Atom çekirdeğinden gök cisimlerinin işleyişine kadar bu hareketlilik gözlenmektedir. Ancak nesnelerin hareketliliği ve değişik biçimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Bunların böyle olması da imkânsızdır. Bu güç, yani hareket edebilme ve değişme gücü, kendilerine hareketin ve değişmenin ötesinde olan bir yüce varlık tarafından verilmiştir. Dolayısıyla evrendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara bu gücü veren bir Tanrı'dır.

Hareketin ve değişmenin olmadığı bir yaşam düşünülemez. Her şeyin statik ve durağan olduğu bir dünyada var oluş imkânsızdır. Kısa bir süre dahi olsa bizler dünyanın dönmediğini, gece ve gündüzün olmadığını, mevsimlerin gidip gelmediğini, bulutların hareket etmediğini, nehirlerin akmadığını veya vücudumuzdaki atardamarların ya da kalbimizin çalışmadığını düşünmek dahi mümkün değildir. Yaşamı var kılan Tanrı bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi vücudumuzu ve gerekse çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde düzenlemiştir. Doğrusu Tanrı sadece hareketin ve değişmenin arkasında değil, var olan güzelliğin ve intizamın arkasında da vardır.

Kozmolojik kanıt üçüncü olarak evrenin sonlu olmasından hareketle sonsuz olan bir varlığa işaret etmektedir. Bir nesnenin sonlu olması demek, o nesnenin zaman ve mekân dünyasında belli bir süreç içerisinde, var olması ve tekrar yok olmasıdır. Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm olan nesneler gerçek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aşkın ve sonsuz bir varlığa gereksinim vardır. Bu varlık ta Tanrı'dır.(48)

Dünyadaki herhangi bir varlığın sebebi başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu durumun bir süre böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve varolduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir.

Çevremize dikkatlice baktığımızda kendi hayatımız dahil olmak üzere pek çok şeyin zamana tâbi olduğunu, çeşitli evrelerden geçtikten sonra değiştiğini, eskidiğini, yaşlandığını ve kaybolduğunu görmekteyiz. Ancak bütün bunlar olurken bir yandan da her şeyin ötesinde değişmeyen, yok olmayan bir gücün varlığının gerekli olduğunu düşünürüz. Çünkü her şeyin sonlu olduğunu bir an için düşünsek bile bunun nereye kadar gideceğini kestirmemiz güç olacaktır. O zaman bu değişen ve sonlu olan âlemin nasıl var olduğunu ve hayatiyetini nasıl devam ettirdiğini sormamız gerekecektir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itibariyle yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı düşünmemiz gerekmektedir.

Tanrı zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır. O sürekli hareket halinde olan ve değişen evrenin yaratıcısıdır. Dolayısıyla sonlu olan bir evren, bu özelliği nedeniyle bizlere sonlu olmayan, ezelî ve ebedî olan bir varlığı, Tanrı'yı hatırlatmaktadır.

Bir kısım insanlar, yaratıcı özelliği bulunmayan buna karşın kendileri gibi ölümlü olan varlıkları (hatta bazan konuşmaktan ve iş yapmaktan âciz olan cansız varlıkları) sanki olağan üstü bir güce sahiplermiş gibi kutsamış, buna karşın gerçek yaratıcıyı unutmuşlardır. Kur'ân ise her fırsatta bizlere âlemin yaratılmış ve sonlu olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca eski milletlerden bir kısım insanların bazı sonlu varlıkları kendilerine Tanrı edindiklerini ancak bunun çok gülünç ve beyhude olduğunu da ifade etmiştir. Kur'ân bu konuya Hz. İbrâhim'in şahsında güzel bir örnek vermektedir.

Hz. İbrâhim, başta babası olmak üzere pek çok kişinin putlara ve gök cisimlerine tapmalarını bir türlü içine sindirememiş ve onlara şiddetli tepki göstermiştir. O içerisinde yaşadığı toplumun inancına katılmamış, sırasıyla, gece ortaya çıkıp parlayan ancak gündüz kaybolan yıldızların, zamanı geldiğinde parlayan bir süre sonra kaybolan ayın, ya da şafak vakti doğan ancak akşam vakti batan güneşin hiçbir zaman Tanrı olamayacağını düşünmüş, gerçekten tapılmaya lâyık olan tek varlığın ise sadece Tanrı olduğuna kanaat getirmiştir (Enâm 75-79).

Hz. İbrâhim'in bu muhakemesi asırlarca insanlara güzel bir örnek olmuş ve onlara yol göstermiştir. Tanrı'ya inanan bir insanın zihnî berraklığını ve çok eski asırlarda dahi olmasına rağmen pozitif ilme olan yatkınlığını sergileyen bu tutum, günümüzde de bizler için övünülecek bir durum ortaya koymuştur. Böyle bir anlayışın, hurafelerin ve bâtıl inançların ne kadar uzağında olduğu da unutulmamalıdır. Çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin, gökyüzü cisimlerini müşahadeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değilde, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım menfaatlar ummaları, İbrâhim Peygamber'in ne kadar anlamlı bir düşünce sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. İbrâhim'in muhakemesinde önemli olan unsurlardan biri de âlemin ve âlemin içerisinde Tanrılaştırılan şeylerin zayıf ve ölümlü olmaları gerçeğidir. Yani kendi başlarına dahi var olamayan bir varlığın tapılmaya lâyık olmadığıdır. Dolayısıyla gerçek yaratıcı dururken bu ve benzeri nesnelere tapmanın izah edilecek bir tarafı bulunmamaktadır

Hz. İbrâhim'in bu akıl yürütmesi birçok gerçeği daha ortaya koymaktadır. Birincisi ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı inancı ya da Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki korkudan ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbrâhim ve onun gibi düşünen insanlar (monoteist-tektanrıcılar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tam tersine onların korkulacak ve tapılacak birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir.

İkinci olarak bu örnek ateistlerin gerek insan ve gerekse inanç hakkındaki evrimle ilgili görüşlerini de yıkmıştır. Ateistlere göre "İnsan gerek fiziksel olarak ve gerekse düşünsel olarak basit bir yapıdan daha karmaşık bir yapıya doğru ilerlemiş ve günden güne de olgunlaşmıştır. İlk yıllarında çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir vs.”

İbrâhim Peygamber'in de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır. Bir kısım insanlar daha sonra fikir değiştirmiş ve dinden uzaklaşmışlardır. Belki bazıları da putperestliğe ve paganizme yönelmiştir. Ancak bu durum tarih boyunca tek Tanrı inancının önemini, üstünlüğünü ve yaygınlığını gölgeleyecek bir şey değildir.

Tanrı, evreni yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunlarını da belirlemiştir. Bu da açık ve seçik bir şekilde tarafımızdan müşahade edilmektedir. Meselâ bizlere sıradan gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, suyun kaldırma gücü, nefes almamıza imkân tanıyan atmosferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı, ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın bizlere ürün verme gücü olmasaydı halimiz ne olurdu? Bunlarsız bir yaşam düşünülebilir miydi? Yine kendi bedenimizdeki uzuvların görevlerini bir an için yerine getirmediklerini düşünelim. Meselâ göz görmez, kalp çalışmaz, mide sindirmez, ya da sinir sistemi bozulursa dahası aklımızı kaybedersek ne gibi durumlarla karşılaşabileceğimizi tahmin edebiliyor muyuz? Halbuki bütün bunların hiç aksamadan devam ettiğini ve her şeyin kendine verilen görevleri yerine getirdiğini açıkça müşahade etmekteyiz. Bu durum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için gerekli koşulları oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir.

Yüzyılımızda görülen bilimsel ilerlemeler, yeni buluşlar ve uzay çalışmalarında elde edilen yeni keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Çünkü gelinen bilimsel seviyeler bizlere âlemde tesadüfün olamayacağını, aksine her şeyin planlı ve programlı olarak düzenlendiğini göstermektedir. Kısacası bir gücün her şeyi planladığını, yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini kanıtlamak-tadır. İnsanın da bu düzeni görmesi ve bundan ders alarak o yüce gücün varlığı karşısında hayranlık duyması kaçınılmazdır.

Sonuç itibariyle evrenin varlığından hareketle Tanrı'nın varlığının kanıtlanma girişimleri de ateistlerce eleştiriye uğramıştır. Ancak ateistlerin bu konuda dindarların iddialarını çürütebilecek alternatif bir görüş ileri sürmeleri de kolay olmayacaktır. Evrenin varlığı, içeriği ve yasaları, amacı, materyalistlerin yaptığı gibi sadece maddî nedenlerle açıklanacak kadar basit bir yapı arzetmemektedir. Dolayısıyla evrendeki olaylar karşısında insanda Tanrı fikrinin doğması kadar tabii bir şey olamaz. Aslında böyle içgüdüsel bir düşünceyi ya da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da âşikârdır. İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanatimizce kâinat karşısında kendini Tanrı'ya götüren ve O'nu düşündüren duygularını bastırması ve yok saymasıdır.

Günümüzde İnsan bilimsel ilerlemeler sağlamış ve günlük yaşamını daha düzenli hale getirmiştir. Geçmişte yaşayanlara kıyasla pek çok konuda daha iyi bir yere gelmiş ve teknik açıdan dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. XX. yüzyılın başında bu ilerlemeler pozitivizmin etkisiyle insanın dinden uzaklaşmasına ve kendi kendine yeter olduğuna dair bir yanılgıya düşmesine yol açmıştır. Bu süreç insanın dünyanın dışına çıkıp aya ayak basmasına ve bir anda her şeyin üstesinden gelebileceği inancına kapılmasına kadar devam etmiştir. Ancak evrenin keşfi anlamında bir pencere olan uzay çalışmaları ve aya gidiş, dinden uzaklaşan ve kendini büyük gören İnsana (evrenin büyüklüğü karşısında) küçüklüğünü hatırlatmış ve daha temkinli davranmasını öğretmiştir. İnsan da içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve galaksiyi barındıran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir nokta kadar küçük olduğunu müşahade etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir manzara karşısında "şans" ve "raslantı" gibi kavramları tekrar gözden geçirme ihtiyacını hissetmiş artık böyle bir açıklama yapmanın anlamsız olacağını görmeye başlamıştır. Nitekim insana kâinatta rastlantıların olmadığını öğreten buna karşın nesneler dünyasında bir düzenin bulunduğunu gösteren de yine bilimsel çalışmalar olmuştur.

Kozmolojik kanıttan sonra bizleri Tanrı'nın varlığına götüren diğer bir düşünce de evrende görmüş olduğumuz, düzeni, intizamı, estetiği ve amaçlılığı ön plana çıkaran teleolojik kanıttır.

Kozmolojik kanıt bizlere bir anlamda kozmostan ve dünyamızın dış görünümünden hareketle Tanrı'nın varlığını düşündürüyordu. Teleolojik kanıt ise daha ziyade kâinatın iç yapısından, orada görülen intizamdan ve güzelliklerden hareketle bizleri Tanrı'nın varlığına götürmektedir.



c. Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)

Buraya kadar görmüş olduğumuz deliller anlaşılır olup daha ziyade aklî muhakemeyi gerektiren ispat şekilleri idi. Nizam ve gaye delili ise ağırlıklı olarak duyguya ve göze hitap etmektedir. Bu yönüyle daha fazla insanın dikkatini çekebilecek bir yapıdadır. Hatta ateistlerin üzerinde dahi etkili olabilecek ve onları kolaylıkla ikna edebilecek bir kanıttır. Zaten bu kanıtın iddialarını reddeden bir ateistin başka bir vesileyle inanma ihtimali çok zayıftır. Bu noktadan sonra hâlâ reddetmeye devam eden bir insanın önünde de yığınla ideolojik saplantılar, var sayımlar ve psikolojik ön yargılar var demektir.

Teleolojik kanıt da denilen bu ispat şekline göre âlemde bir düzen vardır. Tanrı'nın varlığına inansın veya inanmasın hemen hemen herkes bu düzenin farkındadır. Kâinattaki bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duymamaktadır. Meselâ dünyamız başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler.

İnsan başta olmak üzere bütün canlılar âlemi de bir düzen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını devam ettirmektedirler. Dünyamızdaki bütün doğal olaylar belli bir düzen ve intizam içerisinde oluşmakta, gelişmekte ve devam etmektedir. Yeryüzünde, denizlerde ve atmosferde bir düzenin varlığı müşahede edilmekte, canlı varlıkların da yine belirli yasalar çerçevesinde hiçbir aksama olmadan yüzdükleri, yürüdükleri ya da uçabildikleri görülmektedir. Düşünebilen herkesin rahatlıkla gördüğü bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını haber vermektedir.

Dünyanın değişik kültürlerinde yetişen insanlar çeşitli şekillerde bu düzeni ve estetiği dile getirmekte, onunla ilgili felsefî, edebî veya dinî eserler yazmaktadır. İnsan benzer duygular içerisinde yaşadığı dünyayı algılamış ve içi aşk dolu kitaplar kaleme almıştır. Bir şairin şiiriyle, ressamın resmiyle ya da mimarın eseriyle duygulanan İnsan, Tanrı'nın sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş ve daima hayranlığını ifade etmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi birçok ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla inkârdan vazgeçmiş ve Tanrı'nın varlığına kanaat getirmiştir. Yine âlemdeki mecut intizam ve estetikten hareketle pek çok filozof da mutlak ateizmin mümkün olmadığı düşüncesine ulaşmıştır.

Teleolojik kanıtın önemle üzerinde durduğu konu evrendeki düzen, intizam, canlı ve cansız varlıklarda görülen gaye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindî (v. 866) , Farabî (v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazzâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış ve Tanrı'nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:

Filozoflar bu kanıt çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tanrı'nın varlığına ulaşmışlardır. Bazan da Tanrı'nın varlığından ve niteliklerinden hareket ederek evrendeki düzen, gaye ve güzelliği açıklama yoluna gitmişlerdir. Yani onlar her fırsatta ya âlemin nizamından ve intizamından bahsederek Tanrı'nın varlığına gitmiş ya da Tanrı'nın inâyetini, adaletini, cömertliğini ve güzelliğini anlatırken sözü evrenin yapısına getirmiş ve görüşlerini bu yolla açıklamaya çalışmışlardır.(49)

Meselâ Kindî âlemdeki varlıklarda bir düzen, âhenk, irtibat, güzellik ve amaç bulunduğunu dile getirmiştir.(50) Kindî'ye göre evrenin mükemmel yapısı, düzeni, parçalarının birbiriyle olan ahenkli irtibatı, her şeyin iyiyi koruyacak, kötüyü yok edecek tarzda düzenlenmesi, ilim sahibi bir düzenleyicinin varlığının en iyi işaretidir.

Fârâbî ve İbn Sina da eserlerinde evrenin düzenine ve güzelliğine işaret etmişlerdir. Fârâbî'ye göre Tanrı, âlemin düzenleyicisidir. Evren de bu ilâhî düzenin eseri olarak vardır. Bu nizamda da ilâhî adalet tecelli ettiği için orada adaletsizlik söz konusu değildir. Yine Gazzâlî'ye göre Tanrı evrende hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmamıştır.İnsan vücudundaki azaların birbirine bağımlı ve uyumlu olması gibi evrendeki her şeyde bir uyum ve ahenk söz konusudur. Dolayısıyla önemli olan şey evrene ibretle bakmak ve bütün varlıklardaki hikmeti görmektir.(51)

İslâm düşünürleri arasında teleolojik kanıta en fazla önem veren İbn Rüşd olmuştur. İbn Rüşd ilk olarak "inâyet” kavramını öne çıkartmış, bütün varlıkların insan için uygun bir tarzda düzenlendiğini ve bu düzenin de irade sahibi bir varlığın eseri olduğunu belirtmiştir. Evrendeki uygunluğun da kendi başına ve tesadüfen olamayacağını iddia etmiştir. İkinci olarak "ihtira" kavramından söz etmiş, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar başta olmak üzere evrende var olan her şeyin yaratıldığını ve bütün bunların bir yaratıcıya ihtiyacı bulunduğunu ifade etmiştir.(52)

William Paley ve F. R. Tennant gibi Batı'daki Hıristiyan düşünürler de teleolojik kanıtı ele almış ve bu yolla Tanrı'nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:

W. Paley'e göre yerde bulduğumuz bir saat, yine rastlantı sonucu yerde karşılaştığımız herhangi bir taş parçasının durumundan farklıdır. Çünkü saatin parçacıklardan oluştuğunu ve her bir parçacığın da dikkatle işlenip bir düzen içerisinde bir araya getirildiğini görürüz. Bu da bizlere evrenin durumunu göstermektedir. Evren de tıpkı bir saat gibi akıl ve irade sahibi bir varlık tarafından tertip edilmiş ve düzenlenmiştir.(53) Yine Paley'e göre insan gözü saat örneğini en güzel bir biçimde doğrulamaktadır. Görme organı olan gözün değişik parçaları karmaşık bir yapı içerisinde insanın görmesine olanak tanıyacak bir biçimde tertip edilmiştir. Gözün bu düzeni bizlere akıl ve irade sahibi bir varlığı haber vermektedir.(54)

Paley'in gerek saat örneği ve gerekse insan gözüyle ilgili verdiği örnek herkesin bildiği şeyler olmakla birlikte gerçekten çok önemli ve etkileyici şeylerdir. Gözün yanında insan vücudundaki beyin ve kalp olmak üzere diğer uzuvların işleyişi de ders ve ibret alınması gereken örnekler-dendir. Ne var ki İnsan elde ettiği nimet ve güzelliklerin değerini zamanla unutmakta ve kozmik güzelliklerin sıradan bir şey olduğunu düşünebilmektedir.

Başka hiçbir şeye gerek duymadan insan vücudu üzerinde düşünülmesi dahi bizleri Tanrı'nın varlığına götürebilecek bir kanıttır. Sadece fiziksel ya da biyolojik yapısıyla değil kalbi, ahlâkî ve vicdani yönüyle, estetiği ve uzuvların yerli yerinde oluşuyla da insan yaratıcının varlığına işarettir. Düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, hayal gücü olan, sevebilen, hisseden ve duygulanabilen yapısıyla insan yaratıcının en büyük eseridir. .

F. R. Tennant da adaptasyon kavramını öne çıkartmış canlı ve cansız varlıklarda görülen âhenge dikkat çekmiştir:

O'na göre karşımızda, kaos halinde olan ve kendi başına başı boş bir evren bulunmamaktadır. Çünkü evren, veya kozmos şöyle ya da böyle anlaşılır bir durumdadır. Yani evrenin kendine göre belirli yasaları, işleyiş kuralları ve özellikleri vardır. Bunu anlamak o kadar da zor değildir.

Gaye ve nizam delili bu kadar güçlü olmasına rağmen bazı çevrelerden tepkiyle karşılaşmış ve eleştirilmiştir. Bu eleştirilerden bazıları doğrudan teleolojik kanıtın iddialarına yöneltildiği gibi bazıları da bilimsel çalışmaların kasıtlı olarak dinî inançlarla karşı karşıya getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bazı filozoflar âlemdeki düzen ve güzelliği kabul etmekle birlikte bunun arkasında Tanrı'nın değil de doğanın bulunduğunu belirtmiş, bazıları ise âlemde kötülüklerin de bulunduğunu ileri sürerek Tanrı'nın varlığını reddetmeye çalışmışlardır.

Teleolojik kanıta yapılan ve bilimsel olduğu iddia edilen itirazların başında C. R. Darwin'in (1809-1882) fikirleri bulunmaktadır. Darwin'in biyoloji ilmiyle ilgili çalışmaları bir kısım insanlar tarafından dinin yaratılış inancına karşı sanki bir alternatif görüşmüş gibi kabullenilmiş bu yolla teleolojik kanıtın sarsılacağı ve yıkılacağı varsayılmıştır. Ancak bu düşünce uzun sürmemiş, iddiaların aksine Darwin'in ateist olmadığı(55) ve eserlerinde de insanın evriminden bahsetmediği görülmüştür. Ancak Darwin'in ölümünden sonra bilimsel var sayım niteliğinde olan fikirleri bazı arkadaşlarınca geliştirilmiş ve ideolojik olarak dinin aleyhinde kullanılmıştır.

Darwin'e göre bugünkü canlı yapılar doğal bir süreç içerisinde basit bir organizmadan gelmişlerdir. Canlı hücreler de nesilden nesile genetik değişime uğramaktadırlar. O'na göre değişmenin arkasında da birtakım doğal gereksinimler yatmaktadır. Canlı varlık bu değişim sürecinde yaşam mücadelesi vermekte, çevresine uyum sağlamaya ve dolayısıyla ayakta kalmaya çalışmaktadır. Ne var ki bu süreç içerisinde güçlü canlıların yaşamlarını devam ettirebilme şansları, diğerlerine nazaran daha fazla olmaktadır. Buna karşılık çevreye adapte olamayan, uyum gösteremeyen zayıf canlılar ise yok olup gitmektedir.(56)

Darwin'in bu görüşü bazılarınca dinin yaratma anlayışını sarsıntıya uğratmıştır. Ancak Darwin'in canlıların oluşumuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapması ve birtakım teoriler ileri sürmesiyle dinin yaratma, düzen ve intizam anlayışı zorunlu olarak birbiriyle çatışma durumunda değildir. Henüz canlı bir hücrenin kendi kendine oluştuğu iddiası doğrulanamadığı gibi doğada her zaman güçlü-zayıf mücadelesi de görülmemiştir.

İnsan fiziksel ve biyolojik yönü bulunan bir varlık olmanın yanında, ayrıca duygu, düşünce ve inanç yönlerine de sahip bir varlıktır. Dolayısıyla biyolojik açıklamalar yapmaya çalışan Darwin teorisi insanı ve diğer canlıları tamamen açıklamaktan yoksundur. İnsanı bütün yönleriyle açıklayamayan Darwin teorisi yaşamı da izah etmekten uzaktır. Bizler sadece birer biyolojik canlı varlık mıyız? Bütün bu varlıklar niçin vardır? Her şey bir tesadüf müdür? Niçin doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz?, Çocuklarımızı niçin eğitmeye ve yetiştirmeye çalışırız. Büyükleri niçin saymaya ve hoşnut tutmaya çabalarız. Niçin birbirimizin yardımına koşar, fedakârlık eder, özveride bulunuruz?. Niçin ekmeğimizi, dertlerimizi, sırlarımızı ve imkânlarımızı paylaşır, erdemli olmaya gayret gösteririz?. Bütün bu sorular Darwinizmin penceresinden bakıldığında cevapsız kalmaktadır.

Darwinizmde dinle problemli olan bir diğer önemli nokta da bu anlayışa göre nihaî anlamda amaçsız ve gayesiz bir hayat anlayışının kabul edilmiş olmasıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi dine göre insan amaçsız bir şekilde yaratılmış değildir. Sadece insanın değil topyekün bir şekilde âlemin yaratılmasının da amacı ve hikmeti bulunmaktadır. Şayet kâinatın içerisindeki varlıklar amaçsız ve gayesiz bir şekilde, tamamen biyolojik sâiklerle var olmuş olsalardı biz hiçbir zaman düzenden, estetikten ve sevgiden bahsedemeyecek, planlı ve programlı bir yaşam da göremeyecektik.

Darwinizmin yanı sıra nizam ve gaye deliline karşı geliştirilen bir diğer itiraz da kötülüklerin varlığından kaynaklanmıştır. Üzerinde durmamız gereken bu itiraza göre "Evren pek çok olumsuz durumları içermektedir. Çevremizde dağınıklık ve kaos mevcut olup sayısız kötülükler yaşanmaktadır. Dolayısıyla kötülükler ile dinî görüşlerin arasında çelişkiler bulunmaktadır” Bu ve benzeri düşüncelerin gerçeği yansıtmadığı ve abartılı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Evrendeki düzen ve intizamdan, canlılar dünyasındaki güzellik, estetik ve merhametten Tanrı'nın varlığına gidemeyen ve gidilmesini de eleştiren bazı insanların olumsuz manzaralar karşısında alelacele dini yalanlamaya çalışmaları kabul edilebilir bir durum değildir. Kaldıki bu tutum onların zayıflıklarına ve tutarsızlıklarına işarettir.



Kötülük Problemi ve Ateizm

Kötülüklerin varlığı bazan dünyanın güzel olmadığını göstermek için bazan da Tanrı'nın var olmadığını ispatlamak için kullanılmıştır. Genelde hayatı sıkıntıyla geçen kişilerin ileri sürdüğü bu itiraz bazı dönemlerde çok etkili olmuş ve birçok insanın zihnini meşgul etmiştir. Ancak Tanrı'nın varlığına inanan insanların da bir yere kadar kabul ettiği bu problemin ateizme bir gerekçe olarak gösterilmesi mümkün değildir. Meydana gelen kötü olaylar, ateist olsun veya olmasınhemen hemen herkesin mustarip olduğu ve istemediği olaylardır. Âlemde gerek doğal olaylar açısından ve gerekse insanlar arasındaki ilişkilerde bazan düzen bozulmakta ve arzu edilmeyen acı olaylar yaşanmaktadır. Bunların arasında da öncelikle deprem, yangın, sel, hastalık, savaş, zulüm ve haksızlık gibi olaylar gelmektedir.

Kötülüklerin bir kısmı tabiatla ilgili olup bizim dışımızda gelişmektedir. Kaldı ki biz bunların niçin ve nasıl oluştuğunu da hâlâ tam manasıyla bilmemekteyiz. Ancak alınan tedbirlerle bu felâketlerin zararları da en aza indirgenebilmektedir. Dolayısıyla insanın hazırlıklı olduğu takdirde büyük oranda bunlardan kaçınabilmesi mümkündür. Kötülüklerin bir kısmı ise doğrudan insanla ilgili olan hatta insanın bizzat kendinin rol oynadığı olaylardır. Dolayısıyla bunlardan Tanrı'nın yokluğunun çıkartılması mümkün değildir.

Karşılaşılan kötülüklerin çoğunluğunun insan unsurundan kaynaklandığı görülmektedir. İnsan Tanrı tarafından yaratılırken ona akıl ve irade verilmiştir. Kendine iyinin ve kötünün ne olduğu öğretilmiş ve ahlâklı olması tavsiye edilmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen gerek doğaya ve gerekse bütün canlılara (dil, din ve ırk farkı gözetmeksizin) en büyük kötülüğü yapan yine insanın kendisi olmuştur. Hemcinsini öldüren, ona zulmeden, malını çalan, çocuklarını aç bırakan, bir diğerinin kalbini yaralayan insandan başkası değildir. Dolayısıyla karşılaştığımız kötülüklerin çoğunda birinci derecede insanın kendisi rol oynamaktadır. Bunu göz ardı etmemek gerekmektedir. İslâm'a göre canlılara en çok zulmeden ve kötülük yapan kişilerin âhiret gününde en ağır cezalara çarptırılacak olmaları da bunun kanıtıdır.

Tanrı'nın kendine vermiş olduğu doğayı güzelce paylaşmak ve herkesin istifadesine sunmak yerine onu tahrip eden ve yaşanmaz kılan da yine insanın kendi olmuştur. Bunları görmek için olağan üstü bir yeteneğe sahip olmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bütün bunlar karşısında kötülüklerin altında yatan etmenleri daha iyi görebilmemiz ve olayları olduğu şekliyle değerlendirmemiz gerekmektedir. Sonuç itibariyle kötülükler karşısında sorgulanması gereken öncelikle insanın kendisidir. Bazı ateistlerin yaptığı gibi olup bitenden Tanrı'yı sorumlu tutmak insanın kendi sorumsuzluğunun bir örneğidir.

Tanrı'nın varlığına inananlar, insan faktörünün yanında, âlemde cereyan eden kötülüklerin varlığıyla, Tanrı anlayışını uzlaştıran birtakım tezler de ileri sürmüşlerdir. Bu tezlerin en başta geleni, tahmin edilebileceği gibi, iyinin daha çok kötünün ise daha az olduğu görüşüdür. Yani bir anlamda âlemde kötülüğün hâkim olmadığı aksine dünyanın iyiliklerle dolu olduğu inancıdır. Bu iyilikler insanın yaratılışından (doğuşundan) itibaren başlamakta gökyüzündeki gezegenlerin işleyişine kadar devam etmektedir. Denizin altındaki varlıklardan, gökyüzünde uçan kuşlara kadar uzanmaktadır. Kötülükler ise bazı gerekçelerle bu düzenin aksaması, duraklaması veya kesilmesidir. Dolayısıyla kötülüklerin kendi başına bir varlığı bulunmamaktadır.

İnsan güzel bir şekilde yaratılmış ona pek çok zenginlik verilmiş ayrıca doğasına merhamet, şefkat, iyilik, sevgi ve aşk gibi hasletler işlenmiştir. Dolayısıyla O yaratılışından kötü bir varlık değildir. Bir çocuğun çevresinden etkilenmeden önce yalan söylememesi, hırsızlık yapmaması, doğruyu konuşması, kötü söz söylememesi gibi hususlar, bunun en güzel kanıtıdır.

Başlangıçta tertemiz olan denizleri ve atmosferi kirleten insanın kendisi olmuştur. Ormanları yok eden ve yakan, doğaya zenginlik katan binbir çeşit hayvanı çeşitli gerekçelerle katleden ve ortadan kaldıran, bütün canlıların yaşamına olanak tanıyan atmosferi kirleten, yaşam için kaçınılmaz olan birtakım âlet ve gereci, teknolojiyi, kasıtlı olarak canlıların zararına kullanan, bırakınız savunmasız zavallı hayvancıkları, kendi neslini dahi acımasızca yok eden yine insanın kendisi olmuştur.

Bütün bu olup bitenlerden sonra ateistlerin günah keçisi araması gülünç olacaktır. Kaldı ki bu bozgunculuğun bir bedelinin olmamasını ya da eninde sonunda hesap gününün gelmeyeceğini düşünmek zor olacaktır. Yaşam ne bir tiyatro oyunu ne de bir rüyadır. Çekilen acı ve ıstıraplarda dramatik bir filmin parçaları değildir. Dolayısıyla varlığımız ve topyekün yaşamın kendisi, ciddiye alınması ve ilerde hesabının verileceğinin düşünülmesi gereken bir gerçektir.

Tanrı varlığını ve güzelliğini, bir çocuğun tebessümün-den, bir akvaryumun rengarenkliliğinden, uçan bir kuşun cıvıltısından, bir çiçeğin kokusundan ya da dolunayın göz kamaştıran parlaklılığından hissettirmektedir. Dolayısıyla topyekün bir şekilde bakıldığında âlemdeki düzen ve intizamı görmemek mümkün değildir. Bütün bunların karşısında karamsar olmak, âlemde bir kaosun varlığından söz etmek her şeyden önce insanın kendi aklına karşı yapacağı bir saygısızlık olacaktır. Zaten bu kadarını göremeyen bir insanın Tanrı'ya inanmasını beklemek de yersiz olacaktır.

Kötülüklerin varlığıyla ilgili diğer bir teze göre ise kötülükler iyiliğin elde edilmesi, bilinmesi ve takdiri için var kılınmıştır. Doğrusu her şeyin tamamen iyi olduğu bir dünyada, iyiliğin "iyi” olarak bilinmesi ve kıymetinin anlaşılması, mümkün olmayacaktır. Ayrıca yardım severlik, şefkat, sempati, kahramanlık, affetme duygusu ve faziletli olmak gibi hasletler kendi başlarına ortaya çıkabilecek durumlar değildir. Zaman zaman görülen acılar ve ıstıraplar da bu tür hasletlerin oluşması için zemin hazırlamaktadırlar.(57)

Yukarıda ifade edildiği gibi kötülüklerin oluşmasında insanların büyük rolü vardır. Bunun nedeni de insanın özgür irade sahibi olması ve bu iradesini zaman zaman kötüye kullanma ihtimalinin bulunmasıdır. Tanrı insana .i.özgür irade vermiş olup bu iradenin kullanımına da müdahale etmemektedir. Gerçi insana özgür irade verilirken ona iyiliği ve güzelliği araması tavsiye edilmiş buna karşın kötülükten iradesiyle kaçınması tavsiye edilmiştir. Ancak iyiyi elde etmesi için kendine özgür irade verilen insanın bu süreçte yanlış karar verme ihtimali de vardır. Çünkü insanın özgürce davranması doğal olarak hata yapma ve kötülüğe neden olma ihtimalini de içermektedir.(58)

İnsan bazan hata yapmakta ve birtakım olumsuz olaylara neden olmaktadır. Dolayısıyla Tanrı'nın insanlara zulmettiği ve kasten onların başına kötülükler verdiği inancı yanlıştır. İslâmiyet'e göre Tanrı öç almayı bekleyen ve insanların acı çekmesinden zevk alan bir varlık değildir. Öç almak, acı çektirmek ya da insanların mağduriyetinden zevk almak kâinatın yaratıcısının işi değildir. Bu tür şeyler olsa olsa gözü dönmüş, hırslı, kana susayan, çocukları öldürecek kadar vahşileşen zalimlerin işi olabilir. Tanrı, daima iyiliği istemektedir. Öyle olsaydı bizleri ve kâinatı yaratmazdı. Yine O kötülüklerin de bir an önce iyiye dönüştürülmesini ve insanların mutlu olmalarını dilemektedir. Acı çeksin veya çekmesin bütün insanlar Tanrı'nın kullarıdır. Var olmalarının temelinde de kötülük ve acı değil, iyilik ve sevgi bulunmak-tadır.

Sonuçta dünyada karşılaşılan fizikî kötülüklere karşı insan çalışıp tedbirini almalı, moral kötülüklere karşı da faziletli ve erdemli bir kişiliğe sahip olarak iyiliği hâkim kılmak için uğraşmalıdır. Zaten İslâm'a göre insanın Tanrı katındaki değeri de iyilikler uğrundaki gayretleri ve kötülüğü berteraf etmedeki çabalarıyla açığa çıkacaktır.

Kötülüklerin varlığını ateizme gerekçe olarak kabul etmeyen teistler onları dinle uzlaştırma ya da izah etme yoluna gitmişlerdir. Bunlara göre çekilen acı ve ıstıraplar hiç de anlamsız değildir. Tam tersine bunlar din için hayâti bir önem taşımaktadır. Meselâ gerçek ve samimi olan inançlar trajedi karşısında açığa çıkmaktadır. Böyle zamanlarda insanlar yaşamın ağırlığını ve ciddiyetini hissetmekte ve tembelliği bir kenara bırakarak davranışlarına çeki düzen vermektedirler. Doğrusu sıkıntılı anlarda inançların kontrol edildiği ve ölçüldüğü bilinmektedir.(59)

Bazı dindarlara göre inançta samimiyet çok önemlidir. İnsanların Tanrı'ya olan inançlarında içten olup olmadıkları normal zamanlarda bilinmemektedir. Böyle zamanlarda insanlar durumlarının farkına varmakta ve seviyelerini ölçmektedirler. Ancak bu durum en azından İslâmiyet'e göre Tanrı'nın sevgisini kazanmanın yolunun belâlardan, acılardan ve trajik durumlardan geçtiği anlamına gelmez. Tanrı inancı böyle durumlarda elbetteki insanlara yardımcı olmakta, onların dayanmalarına ve ayakta durmalarına olanak sağlamaktadır. Ancak acı ve ıstıraplar karşısında böyle bir direnmenin Tanrı'nın katındaki değeriyle, O'nun sevgisini kazanmak için hiçbir gerekçe yokken acı çekmeye çalışmanın ya da tehlikelere atılmanın ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir. İslâm peygamberi en küçük bir canlıya dahi eziyeti yasaklamış ve onların öldürülmelerinden rahatsız olmuşken, insanın dinî gerekçelerle acı çekmesine veya çektirilmesine nasıl izin verebilir?

Kötülüklerin varlığı konusunda karşımıza kader meselesi de çıkmaktadır. Ancak bu konu çoğu zaman yanlış anlaşılmış veya anlatılmıştır. Tarihin bazı dönemlerinde Tanrı'nın varlığına inanan bazı insanlar acı ve ıstırapla karşılaştıklarında ümitsizliğe kapılarak bu dünyanın geçiçi olduğunu düşünmüş ve sadece cennette mutluluğun elde edilebileceğine kanaat getirmişlerdir. Dolayısıyla bu tür insanlar bazan kötülüklerle mücadelede pasif kalmış ve kendi kabuklarına çekilmiş, olup bitenlere de seyirci kalarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Halbuki din (İslâmiyet) ve Tanrı inancı, inanan insanların kötülükler karşısında yılmalarını, miskinleşmelerini, güçsüzleşmelerini, hastalıklı bir biçimde yaşamalarını, başkalarına bağımlı olmalarını, dünyadan el etek çekmelerini yasaklamıştır.

Karşılaştığımız kötü olaylar kendi şartlarında değerlendirilmeli ve öylece yorumlanmalıdır. Aslında bu gibi olaylar Tanrı'nın varlığını, var olması gerektiğini bir kat daha güçlendirmekte ve evrenin Tanrı'sız olamayacağı düşüncesini de pekiştirmektedir. Daha önce ifade edildiği gibi kötülüklerin ortaya çıkışı belirli bir düzenin bozulmasından veya aksamasından kaynaklanmaktadır. Ancak Tanrı olmasaydı zaten belirli bir düzenden, iyilikten veya güzellikten de söz edilemeyecekti. Böyle bir durumda da kötülük diye bir problem olmayacaktı. Sonuç olarak herkes için üzücü olan kötülüklerin varlığından hareketle inançsızlığa düşmek yerine evrene ve hayatımıza hâkim olan iyilikler ve güzelliklerden hareket ederek Tanrı'nın varlığına gitmek daha akılcı olacaktır.(60)



d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)

İnsanın ahlâkî ve psikolojik yapıları Tanrı'nın varlığı için önemli kanıtlardır. İnsan sadece fiziksel ve biyolojik fonksiyonları bulunan bir varlık değildir. Yine o sadece beyni bulunan bilgisayar gibi bir makine de değildir. Yaratıcı ona aklın ve beş duyunun yanında düşünce, tasvir, rüya, tahayyül, sezgi, ilham vb. birtakım özellikler de vermiştir. Bunun yanında o kalp, gönül, vicdan vb. gibi mânevî güçlerle donatılmıştır. İnsan bu güçler sayesinde aşk, sevgi, iyilik, acıma, şefkat veya ülfet gibi iç zenginliklere sahip olmuştur. Sahip olunan bu zenginlikler de insana yüce bir güç tarafından verilmiştir. Aksi takdirde insanın böyle bir zenginliğe sahip olması mümkün değildir.

Sadece insanlarda değil, bütün canlılarda var olan aşk ve sevginin, sadakat ve vefa duygusunun arkasında (kaynağında) Tanrı'nın sevgisi yatmaktadır. Zaten aşk ve sevgi dolu olan Tanrı, insanın karakterine bu hasletleri işlemiştir. İnsanın bunları başka yerden (doğadan) alması mümkün değildir.

İçimizdeki ulvî ve ahlâkî duyguların da bir kaynağı olmalıdır. Bu kaynak da Tanrı'nın bizzat kendisidir. Meselâ canlı varlıklardaki anne şefkatinin karşısında duygulanmayan bir kişi düşünülemez. Böyle bir şefkatin karşısında Tanrı'yı hatırlamayan bir kişinin de vicdanından söz edilemez. Ne yazık ki insan Tanrı'nın kendine verdiği bu güzel hasletleri bazan unutmakta, ihmal etmekte ya da yerlerine kin ve nefreti koymaktadır. Mevcut aşk ve sevgi düzenini bozarak bir başkasına karşı insafsızca muamele de bulunabilmektedir. Ancak her şeye rağmen bu noktada dahi birçok insan kendini bırakmamakta, yaşama küsmemekte, inancını yitirmemekte ve ayakta kalabilmektedir. Bütün bunların kaynağında da Tanrı inancının yattığı muhakkaktır.

İnsanı Tanrı'nın varlığına götüren bir diğer kanıt da yaşamış olduğu psikolojik durumlardır. Bu durumların büyük çoğunluğu da temelde mistik olan dinî tecrübelerdir. Dinî tecrübeler pek çok insan için din açısından hayatî derecede önemli görülmektedir. Bu kişiler için din sadece aklî bir faaliyet olmayıp yaşanması gereken derunî bir tecrübedir de. Bu tecrübeler sayesinde insan inancını pekiştirmekte ve Tanrı'nın varlığından emin olmaktadır.

Ancak dinî tecrübe kanıtı psikolojik boyutu olan ve sübjektif yönü ağır basan bir kanıttır. Bir anlamda kişiye özgü olup dışarıdan test imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu kanıt sayesinde bir başkasına Tanrı'nın varlığını ispatlama imkânı bulunmamaktadır. Ancak aynı şekilde bir başkasının da bu tecrübeyi yalanlama şansı yoktur. Çünkü bir insanın dışarıdan böyle bir olayın geçmediğini iddia etmesi için o tecrübeyi yaşayan insanın iç dünyasına vâkıf olması gerekmektedir. Böyle bir durum henüz söz konusu değildir. Dolayısıyla burada tecrübeyi yaşayan kişinin ifadesi önemli olmaktadır. Milyonlarca insan böyle bir tecrübeyi yaşadığını, sezerek, hissederek, etkilenerek Tanrı'nın varlığına şâhid olduklarını iddia etmektedirler. Dolayısıyla dikkate alınmaları kaçınılmazdır.

Buraya kadar görülen kanıtların özünde Tanrı inancının akla ve mantığa uygunluğu yatmaktadır. Ancak görüldüğü gibi inanmak da sadece zihnî bir faaliyet değildir. Aklî yönüyle birlikte dinin psikolojik boyutu da bulunmaktadır. Zaten duygu yönü bulunmayan bir inançtan da söz edilemez. Öyle olsaydı o inanç sadece teorik bir kabul olarak kalırdı. Halbuki pek çok insan kendi iç dünyasında birtakım duyguları yaşamakta, zaman zaman da bunlardan etkilenmektedirler. Bazan da bir olay karşısında, bir şok anında, mutlu veya mutsuz bir zamanında Tanrı'nın varlığını hissettiklerini hatta onunla beraber olduklarını söylemektedir-ler. İnsanlar yaşamış oldukları bu tecrübelerle Tanrı'nın varlığından emin olmakta, onu benliklerinde, şuurlarında ve kalplerinde hissetmekte, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Yine bu kişilerin büyük bir çoğunluğu günlük yaşamın meşguliyetinden kendini arındırmakta, hırslarına ve tutkularına engel olmaya çalışmaktadırlar. Dünyevî menfaatler için insanlarla mücadele etmemeye, kalp kırmamaya, kimseyi ezmemeye gayret göstermekte, tevazuu kendilerine ilke edinerek kibirden ve kabalıktan da uzak durmaktadırlar. Bu yönleriyle dinî tecrübe kanıtına ve dolayısıyla inancın psikolojik yönüne ağırlık veren kişiler diğer insanlardan ayrılmakta ve kendilerine özgü bir yaşam biçimine girmekte-dirler.

Pek çok ortak yönü bulunmasına rağmen dinî tecrübe kavramı Batı'da ve İslâm dünyasında aynı şeyleri ifade etmemiştir. Bu kavram Batı'da, insanların Tanrı (İsa), Hz. Meryem, diğer aziz ve azizelerle, uyanık veya uykuda (rüyada) iken karşılaşmak, onlarla konuşmak ve birlikte olmaktır. Hıristiyan dünyasında çoğunlukla insanların dindarlığı da bu şekilde başlamaktadır. İslâm dünyasında ise, dinî tecrübe kavramı, inancın kalple yaşanan ve insana mutluluk veren duygu boyutu anlamına gelmektedir. Yani dinin aşkla ve sevgiyle yaşanması olayıdır. Tanrı'nın yüce bir varlık ve yüce bir yaratıcı olarak düşünülmesi, var olan her şeye de muhabbetle ve onun eseri gözüyle bakılması demektir. Bu durumu yaşantılarında gerçekleştiren ve yazdıkları şiirlerle en güzel örneklerini verenlerin arasında Yûnus Emre, Mevlâna (ö.1273) ve Ahmed Yesevî (1083-1166)(61) gibi ünlü düşünürler bulunmaktadır. Dolayısıyla dinî tecrübe insanın inandığı şeyle derunî bir hal içerisine girip o işten ve inandığı varlığın dostluğundan zevk almasıdır.

Başta Gazzâlî olmak üzere İslâm düşünürleri genelde imanın taklît, ilim ve zevk olmak üzere üç boyutu bulunduğundan bahsederler. Bunlara göre inanç esaslarının daha işin başında iken kabul edilmesine taklît denmektedir. İlim ise bu inançlarla ilgili bazı delillere ulaşmak, bilerek ve şuurunda olarak Tanrı'ya inanmaktır. Zevk ise inancın sadece bilgi düzeyinde kalmayıp yaşanması, ondan zevk alınması durumudur. Özellikle sûfîler bu son noktayı kendilerine hedef kabul etmiş ve insanları da o yöne gitmeleri için teşvik etmişlerdir. Batı dünyasında Bergson (1859-1941) başta olmak üzere pek çok düşünür inancın duygu yönüne büyük önem vermiş, bu konuda aklın yetersiz kaldığını söyleyerek kalbin ve derunî yaşamın öneminden bahsetmişlerdir.(62)

Ateistlerin dinî tecrübe konusunda söyleyecekleri fazla bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu bu noktada eleştiri getirmeleri de zordur. Çünkü bir insanın içinde olup bitenleri dışarıdan tahmin etmek ve neler cereyan ettiğini konuşmak mümkün değildir. Onların yapabilecekleri tek şey böyle bir tecrübeyi yaşayanları dinlemek ve onları anlamaya çalışmaktır. Ya da olumsuz bir tavır sergileyerek her şeyi baştan reddetmekten ibaret olacaktır. Ne yazık ki çoğunlukla da böyle olmuştur.

Ancak yüzyılımızda Tanrı'ya inanmasa da dinî tecrübeyi yaşayan insanı anlamaya çalışan ve onun neler hissettiğini öğrenmek isteyen düşünürler de çıkmıştır. Bu kişiler için önemli olan şey tecrübe olarak anlatılan şeylerin doğru olup olmadıkları değil, inancın o insanların üzerindeki etkileri ve icra ettiği fonksiyonlarıdır. Bu açıdan bakıldığında Tanrı inancının kişinin derunî yaşamında nasıl bir rol oynadığını görmek ve anlamak daha kolay olacaktır.



e. Ahlâk Delili

Rasyonel ve psikolojik yönleriyle Tanrı'nın varlığına giden insan, bir başka yönüyle de aynı neticeye varabilmiş ve bu inancını ispatlayabilmiştir. O yön de insanın ahlâkî bir varlık olmasıdır. Bu özelliği sayesinde insan "iyilik” "güzellik”, "doğruluk”, "adalet” ve "hakkaniyet” gibi kavramlara sahip olmuş, pratikte de bunları tesis etmeye çalışmıştır.

Bütün yetenek ve vasıflarıyla Tanrı'nın varlığına gitmeye muktedir olan insanın ahlâkî yönüyle bundan uzak kalması düşünülemezdi. İçimizdeki vicdan, merhamet, sadakat, şefkat, vefa ve acıma duygusu da diğerleriyle birlikte Tanrı'nın kalbimize yerleştirdiği ve doğamıza nakşettiği işaretler olmuştur. Yeri ve zamanı geldiğinde bu değerler uğruna insanların varlığını, canını ve malını dahi tehlikeye atması, pek çok şeyden vazgeçmesi ondaki Tanrı inancının gösterge-sidir.

İnsan sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşamaz. Yani hayat sadece yemek ve içmekten ibaret değildir. Tam tersine biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanması insan için amaç olmayıp birer araçtır. Bunlar birtakım ulvî amaçlara ulaşabilmesi için insana yardımcı olan ve ayakta tutan şeylerdir. Doğrusu insan gibi bir varlığın da sadece yemek ve içmek gibi bir amaçla varolmuş olması düşünülemez. Öyle olsaydı ortada çözülmesi gereken çok ciddi mantıkî problemler olurdu. Nitekim ormanda yaşayan ve günlük ihtiyaçlarını karşılayarak hayatını devam ettiren ve günü geldiğinde ortadan kaybolan canlı varlıkların durumunda bir anormallik görmemekteyiz. Hatta onların yaşamlarında dahi (kendi şartlarında) ahlâkî bir düzenin varlığını görmekte en zor zamanlarında dahi hemcinslerine sadakatte kusur işlemediklerini müşahade etmekteyiz. Dolayısıyla insandaki ahlâkî değerlerin varlığı o değerlerin bir kaynağı olarak Tanrı'nın varlığına büyük bir işarettir.(63)

Bir kısım düşünürler insanın ahlâkî yapısından hareketle Tanrı'nın varlığına giderken O'nu aynı zamanda ahlâkî yaşamın garantisi olarak görmüşlerdir. Meselâ ünlü Alman düşünürü Kant insanın mutlu olması gereken bir varlık olduğunu bunun da ahlâklı olmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Kant'a göre böyle olduğu takdirde insanoğlu ulaşabildiği en yüksek iyiyi de elde etmiş olacaktır. Ancak Kant'a göre mevcut şartlarda (maddi dünyada) ahlâkla mutluluğun bir araya gelmesi çok zordur. İçerisinde yaşadığımız dünya ve fizikî çevrede pek çok engeller bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun mevcut dünyamızda gerçekleşmesi imkânsızdır.

Kant'a göre insanın ahlâklı olarak mutluluğu yakalayabil-mesi ve mükemmel bir varlık olması için iki unsur gerekmektedir. Birincisi onun ölümsüz olması lâzımdır. Çünkü insanın şu anki yaşamı çok kısadır ve sorunlarla doludur. Sonuçta insan sonsuz bir yaşama sahip olmalıdır. İkincisi ve en önemlisi ise bunları kendine sağlayacak yüce bir gücün varlığı gerekmektedir. Bütün bunları düşünmenin yolu da evreni ahlâk kanunlarına göre idare eden mutlak bir varlığın tasavvurundan geçecektir.

Yine Kant'a göre ahlâkî ilkeler sadece ilke olarak kalmamalıdır. Onlar pratiğe dökülerek uygulanmalıdır. Bu ilkeler yaşama geçirildiği takdirde anlamlı olacaklardır. Bunun garantisi de ölümsüzlüğü bize kazandıracak olan Tanrı'nın varlığıdır. Görüldüğü gibi rasyonel ve geleneksel kanıtları eleştiren ve inancın akılla temellendirilemeyeceğini söyleyen Kant sonuçta başka bir yolla (ahlâk kanıtıyla) Tanrı'ya gitmiş ve O'nun varlığının gerekliliğine işaret etmiştir

Ahlâk Delili

Rasyonel ve psikolojik yönleriyle Tanrı'nın varlığına giden insan, bir başka yönüyle de aynı neticeye varabilmiş ve bu inancını ispatlayabilmiştir. O yön de insanın ahlâkî bir varlık olmasıdır. Bu özelliği sayesinde insan "iyilik” "güzellik”, "doğruluk”, "adalet” ve "hakkaniyet” gibi kavramlara sahip olmuş, pratikte de bunları tesis etmeye çalışmıştır.

Bütün yetenek ve vasıflarıyla Tanrı'nın varlığına gitmeye muktedir olan insanın ahlâkî yönüyle bundan uzak kalması düşünülemezdi. İçimizdeki vicdan, merhamet, sadakat, şefkat, vefa ve acıma duygusu da diğerleriyle birlikte Tanrı'nın kalbimize yerleştirdiği ve doğamıza nakşettiği işaretler olmuştur. Yeri ve zamanı geldiğinde bu değerler uğruna insanların varlığını, canını ve malını dahi tehlikeye atması, pek çok şeyden vazgeçmesi ondaki Tanrı inancının gösterge-sidir.

İnsan sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşamaz. Yani hayat sadece yemek ve içmekten ibaret değildir. Tam tersine biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanması insan için amaç olmayıp birer araçtır. Bunlar birtakım ulvî amaçlara ulaşabilmesi için insana yardımcı olan ve ayakta tutan şeylerdir. Doğrusu insan gibi bir varlığın da sadece yemek ve içmek gibi bir amaçla varolmuş olması düşünülemez. Öyle olsaydı ortada çözülmesi gereken çok ciddi mantıkî problemler olurdu. Nitekim ormanda yaşayan ve günlük ihtiyaçlarını karşılayarak hayatını devam ettiren ve günü geldiğinde ortadan kaybolan canlı varlıkların durumunda bir anormallik görmemekteyiz. Hatta onların yaşamlarında dahi (kendi şartlarında) ahlâkî bir düzenin varlığını görmekte en zor zamanlarında dahi hemcinslerine sadakatte kusur işlemediklerini müşahade etmekteyiz. Dolayısıyla insandaki ahlâkî değerlerin varlığı o değerlerin bir kaynağı olarak Tanrı'nın varlığına büyük bir işarettir.(63)

Bir kısım düşünürler insanın ahlâkî yapısından hareketle Tanrı'nın varlığına giderken O'nu aynı zamanda ahlâkî yaşamın garantisi olarak görmüşlerdir. Meselâ ünlü Alman düşünürü Kant insanın mutlu olması gereken bir varlık olduğunu bunun da ahlâklı olmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Kant'a göre böyle olduğu takdirde insanoğlu ulaşabildiği en yüksek iyiyi de elde etmiş olacaktır. Ancak Kant'a göre mevcut şartlarda (maddi dünyada) ahlâkla mutluluğun bir araya gelmesi çok zordur. İçerisinde yaşadığımız dünya ve fizikî çevrede pek çok engeller bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun mevcut dünyamızda gerçekleşmesi imkânsızdır.

Kant'a göre insanın ahlâklı olarak mutluluğu yakalayabil-mesi ve mükemmel bir varlık olması için iki unsur gerekmektedir. Birincisi onun ölümsüz olması lâzımdır. Çünkü insanın şu anki yaşamı çok kısadır ve sorunlarla doludur. Sonuçta insan sonsuz bir yaşama sahip olmalıdır. İkincisi ve en önemlisi ise bunları kendine sağlayacak yüce bir gücün varlığı gerekmektedir. Bütün bunları düşünmenin yolu da evreni ahlâk kanunlarına göre idare eden mutlak bir varlığın tasavvurundan geçecektir.

Yine Kant'a göre ahlâkî ilkeler sadece ilke olarak kalmamalıdır. Onlar pratiğe dökülerek uygulanmalıdır. Bu ilkeler yaşama geçirildiği takdirde anlamlı olacaklardır. Bunun garantisi de ölümsüzlüğü bize kazandıracak olan Tanrı'nın varlığıdır. Görüldüğü gibi rasyonel ve geleneksel kanıtları eleştiren ve inancın akılla temellendirilemeyeceğini söyleyen Kant sonuçta başka bir yolla (ahlâk kanıtıyla) Tanrı'ya gitmiş ve O'nun varlığının gerekliliğine işaret etmiştir.(64)