Hazır | Konular | Kitaplar

Ekonomik İllüzyon

EKONOMİK İLLÜZYON

(Uzun Yıllara Dayanan; Bir Modern Zaman Masalı)

Bir varmııış. Bir yokmuş.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde dört bir yanı ayrı cennet, altı hazine, üstü bereket, insanı güneş gibi sıcak toprağı su gibi yumuşak bir memleket varmış.


Modern ötesi dönemi yaşadığımız bu dönemde okuduğunuz bu masal, o dönemde yaşayan insanların modern zamanlar dedikleri bir zamanda yaşanmış.


Bir çocuk, bu çocuğun dedeleri, dedelerinin dedeleri, bu çocuğun torunları ve torunlarının torunları varmış.

Bu çocuğun bir torununun torunlarından biri Zelihaymış
ve masalın hikayesi burada başlamış.


Çocukluk yıllarımı pek hatırlamam dedi Zeliha. Bir ailenin ilk çocuğu ve tek kızı olan
ben, iki kardeşimin doğumunu görmekle bahtiyar, bir tanesinin ölümüyle bedbaht
olmuş on beş yaşında bir kız çocuğuyum, kimilerine göreyse yetişkin.

Sizlere ömür küçük kardeşime rahmet. Bir erkek kardeşim var şimdi, ismi Ahmet.


Annem öğretmenlik yapıyor. Babamsa fabrikada işçi. Evden o kadar erken çıkıp o
kadar geç geliyorlar ki eve, bazen bir ay hiç birbirimizi görmüyoruz. Annemin üç tane
sınıfı var. Birisini sabah ile öğlen arasında, diğerini hiç ara vermeden öğleden sonra
öteki gurubu da akşamdan sonra öğretiyor. Annem şanslı bir öğretmen, onunla beraber
mezun olan arkadaşlarının çoğu fabrika işçisi. Ben mi?
Airbus firmasının uçak fabrikasında 3 yıldır çalışıyorum. İşim kanat motorlarının parça
birleşiminde küçük motor pervane paletlerinden bir numaralı parça ile iki numaralı
parçayı birleştirmek. Benim için çok sıkıcı bir iş. Her ne kadar on dört saat sıkılarak
çalışmak zorunda kalsam da yaptığım iş pek zor değil. Elim dolu ama beynim ipotekli
değil ya. O anda çalışıyor olsam da hayal kurabiliyor geçmişlerin güzel günler olarak
bahsettikleri geçmişi yad edebiliyorum düşüncelerimde. Geceleri rüyalarımda gündüzleri
hayalimde güzel günler yaşıyorum. Annemin ben Ahmet’in yaşındayken anlattığı
yüz iki yüz yıllık masalları dinlemek ve onları hatırlamaksa bambaşka eğlence. Annemin
yaşandığını iddia ettiği ama benim bir türlü aklımın almadığı masallar. Acaba
gerçekten yaşanmışlar mı? Bilmiyorum. Annemin bana anlattıklarını anlatacağım size...
O masallardaki insanların her şeyleri var. Her şeyden ötesi kendilerine ait hayatları
var.
Bir köy varmış tarlaları şelaleleri bol olan bir köy. Bu köyde yaşayan insanlar beraberce
çalışarak dolap değirmeni yaparlar ve unlarını bu değirmenlerde öğütürlermiş. Tek ektikleri
buğday tek yedikleri un tek içtikleri ise suymuş. Kendi küçük dünyalarında kendilerince
bir düzende kendilerine mahsus bir mutlulukla ve hüzünle yaşar giderlermiş.
Doğa harikası, gürül gürül akan şelalelerin her tarafını sardığı bu köy, alabildiğine
büyük bir ovaya ve ovanın bitişiğindeki göle nazır, havası fabrika dumanlarından uzak,
hiç lağım karışmamış gürül gürül akan suyu arıtmasız haliyle berrak ve temiz ve soğuk,
yaz kış mis kokularıyla bürülü cennet bahçeleri içinde kendine has güzelliğiyle bir cazibe
merkezi ve turistik bir yer halini almış zamanla. Maddi ve manevi sahada kendine
17
has bir güzelliği olan bu köyün köylüleri, köyden olmayan insanların oraya gelmesiyle
sevinir, misafirlerine ikramda bulunmak için yarışırlar, misafir saydıkları bu insanları
evlerinde ağırlamak ister, küçük sofralarını onlarla paylaşmayı murat ederlermiş. Gel
gelelim misafirler buna pek yanaşmazmış. Bir gün misafirlerden birisi köyün muhtarına
buraya bir sürü turist getirmek istediğini söylemekle beraber bu civarlarda kalacak
bir yer olmamasından dert yakınmış. Muhtar kendi evlerinde misafir etmeyi teklif etmesine
karşın köylünün misafir saydığı, kendisini turist olarak vasıflayan kişi; muhtarın
evinin hatta köydeki bütün evlerin yeterli olmayacağını, zaten insanların başkalarına
ait yerlerde konaklamak istemediğini, paralarını verdikleri yerde rahatça konaklayıp
gitmek istediklerini ifade eder. Ve şöyle bağlar; eğer misafir ağırlamak istiyorsanız
ya otel yapın ya da bize yer satın biz yapalım. Eğer paranız yoksa borç verelim öyle
yapın. Otel nedir ne değildir bilmeyen zaten imkanlarının ölçüsü de belli olan köylüler
bu işe pek yanaşmak istememişler. Muhtar, insanları dışarıda bırakmaya gönlü el
vermediğinden olacak, kendi imkanlarının yettiği ölçüde küçük bir otel inşasına girişir.
Otel biter ve misafirler ücretsiz olarak ağırlanmak istendiyse de buna köylünün gücü
yetmez. Misafirlerden belirli bir ücret alınır. Köyde yoğunluk artmaya başlar ve zamanlar
otelin civarı dükkanlarla dolmaya başlar. Bir süre sonra otelin ücreti de arttırılır.
Aynı zamanda yeni oteller de yapılır... Derken; köylü buğday ekmeyi, ekmek yemeyi
su içmeyi bırakır. Dolap değirmeninin yerine de çok katlı, lüks bir hamam inşa ederler.
Doğal harikalarıyla ve el değmemişliğiyle meşhur olan köyün doğallığı üzerine binalar
dikilip el değmemişliğine de eller sürülünce, köyün cazibesi azalmaya başlar. Köyde
köylük kalmayıp turistler hepten elini ayağını çekince köyden, köyde ne buğday ne
buğday ekilecek tarla ne tok gözlü insanlar ne de dolap değirmeni, hiçbiri kalmamış.
Köy güzel insanlardan yoksun kaldığına, köylü yediği ve ektiği buğdaya, içtiği suyun
mazide kalan berraklığına ağlamış. Oteller, rezidanslar, hanlar hamamlar, dikilen binalar,
buğday tarlalarını, değirmenlerini, saf niyetli insanlarını ellerinden aldığı gibi,
arkasında daha fazla kazanç hırsıyla daha fazla ticari bina dikmek için alınan borçların
ceremesinden başka bir şey bırakmamış. Zira alışveriş merkezleri olan bu köyün artık
satacak buğdayları yokmuş...
Şimdi geriye dönüp bakıyorum da eskiden en değerli şeyler maddiyatla ölçülür manevi
değerlerden kolayca vazgeçilebilirmiş. Halbuki bugün benim dünyamda insanlar
arasındaki ilişki kutsal Anne Baba paha biçilmezdir. Mesela kardeşim benim pırlantamdır.
Hiç görmediğim, hikayelerden duyduğum pırlantalara, geçmişte insanların ne kadar
değer verdiğini düşünerek yapıyorum bu benzetmeyi yoksa kardeşimin saçının bir
telini hiç bir mücevhere değişmem. Ve insanlar; o kadar güzeller ki, küçücük kulübelerinde
kurguladıkları kocaman dünyalarda yaşıyorlar hepsi. Yaşamak çok güzel
ve ona bu güzelliği veren makineler ve mücevherler değil küçücük dünyamın her
biri bir inci tanesi olan insanları. Neyi başaracaksak ve neden kurtulacaksak bu insanlarla
ve bu insanlar sayesinde olacak bu. Bunu bize öğreten şey tarih. Modern
ötesi zamanlarda modern zamanların hikayelerini okur, dersler çıkarmaya çalışır, bu
hikayelerin gerçekten yaşandığına kendimizi inandırırız. İnsanların kendi hayatlarına
sahip olduklarına ve olabileceklerine dair güzel bir avuntudur bu masallar. Ancak bir
18
türlü insanların değirmen misali bir üretim birimini beraberce yapıp bundan beraberce
yararlandıktan böyle bir şeyi başardıktan sonra bundan kolayca vazgeçebildiklerine
inanamıyorum. Kıymet bilmemişler. Onlar kendi dünyalarında kendi
düzenlerinde yaşarken, biz bugün başkalarının dünyalarında, başkaların kurduğu
düzende, başkalarının ürettikleri sistemlerle çalışıyor ve yaşıyoruz. Bize ait olanlarsa
rüyalarımızda gördüklerimiz, hayallerini kurduklarımız ve yaşanmış olmasını
umduğumuz masallarımızdır. Ama olsun, en azından zor şartlarda yaşam mücadelesi
veren 2162 yılının toplumlarının çoğunda insanlar birbirine kol kanat
geriyor. Yokluğun çok olduğu dünyamızda en değerli varlığımız insan. Allah’ın
var olduğunu ve buna bağlı olarak imkansız diye bir şeyin olamayacağını biliyor
ve bir olan Rabbimin adına imkansızı diliyorum. Yüz elli yıl öncesine dönüp
gidişatı değiştirmek istiyorum. O günün insanlarını uyarmak onları hırpalamak,

TARİHİ DEĞİŞTİRMEK İSTİYORUM...
Yıl: 2162
Zeliha Mehlika
Not* Kim bilir belki de bu masal 150 yıl sonrasının insanının Rabbine yakarışına
mevlanın icabet etmesidir.
Titreyip kendimize dönmemiz için bir işarettir belki.

Kendi değerlerimizi kaybetmeden
kendimize has ve kendimize ait olan bir ilerlemenin ve aydınlanma
modelinin fitilini yakacak bir kıvılcımdır belki de. Daha çok çalışmalı daha çok
üretmeliyiz. Belki de en önemli üretim olan bilgi ve teknoloji üretimini göz ardı
etmeyi -bireyler olarak- bırakmalıyız. Bilgi üretimi yapabilmenin birincil koşulu
olan çağın bilgi birikimini yakalamaya çalışmayı en azından kendi alanımızda şiar
edinmeliyiz. Bilgi ve teknolojinin bize sağlayacağı en düşük maliyetli ve en verimli
üretim tekniklerini kullanarak sağlayacağımız imkanlarla her geçen gün nüfusla
beraber artan ihtiyaçlarımızı etkin bir şekilde gidermek zorundayız. Bugün
Türkiye’nin yaklaşık olarak bir trilyon doları bulan GSMH’nin yanında dört yüz
milyar dolar olan dış borcunun, dünya çapında GSMH borç oranlarına bakılarak
yapılan analizlerde, iyi bir durumdaymış gibi görülmesi dünya ekonomisinin ve
halkların geleceği noktasında haklı olarak bazı endişelere neden olabiliyor.
Bugünün dünyasında yaşıyoruz ve kısa bir süreliğine bu dünya bizim. Bizim neden
olduklarımızın sorumluluğu bize ait olmakla beraber geleceğin dünyası gelecekte
yaşayacak olanlara ait. Ve gelecek ise ne kadar yüksek oranlı olursa olsun bir
bahse konu edilemeyecek kadar kutsal ve değerli. Ve hiç kimse kendisine ait olmayan
şey üzerinden bahis yapma hakkına sahip değil. En karamsar senaryolar,
en acı sonların yaşanmamasının teminatlarıdır. Ülkemizde yaşanan güzellikleri
görmekle beraber çekincelere neden olabilecek durumların da var olduğunu belirtmek
istedim. Belki bu çekinceler küresel ekonominin bazı noktalarında uçuşan
toz pembe havanın şeffaf olmayışındandır. Bugün burun kıvırdıklarımızın, yarın
hayalini kurmasın insanoğlu. Bu yazıdaki tek temenni budur...